Gençlik yıllarımızda içimizde depreşen “Türklük” ve “Türk illeri” ateşiyle bir şiir söylerdik; söylemek ne kelime kükrerdik, haykırırdık bir Kürşad edasıyla:
 
 “Bilir misin gardaş, Türk illerinde
  Havada yıldızlar, dağda kar üşür.
  Esir gardaşımın türkülerinde
  Dört mevsim ötelerinde bir bahar üşür.
 
  Ezanlar buz tutmuş minarelerde
  Yaylalar sorarmış töreler nerede.
  Yolların hasretle bitiği yerde
  Her dağ eteğinde bir mezar üşür…”
 
     Aradan on yıllar sonra Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte pek çoğu hürriyetine kavuşan esir Türk yurtlarından söz etmek o zamanlar yasaktı, sakıncalıydı adetâ. Hemen damgayı yerdiniz! Faşist, Nazist, ırkçı, kafatasçı, şöven, Turancı, hayalperest, maceracı, Pantürkist… gibi pek çok yafta hazırdı alnınıza yapıştırılmak için.
     Ama bizler direniyor ve inanıyorduk ki, Türkiye’nin dışında da Türkler vardı, esir soydaşlarımız yaşıyordu. Onların hürriyet ve bağımsızlık sevdaları en az bizim kadardı…
     Devam ederdik:
 
    “Ellerin yurdunda çiçek açarken,
     Bizim ele kar geliyor gardaşım!
     Bu hududu kimler çizmiş gönlüme
     Dar geliyor, dar geliyor gardaşım!..”
 
     Evet.. Yukarıdaki dizelerle başlayan şiirlerin yazarı Abdurrahim Karakoç idi.
 
     Ben O’nu yaklaşık 40 yıl önce, Ankara’da Ülkü Ocaklarının Atatürk Kapalı Spor Salonunda düzenlediği bir programda tanımıştım. 3-5 Bin kişinin doldurduğu salonun ortasında kara kuru, çelimsiz, pek de şiir okuma ve hitabet yeteneği olmayan bir köylü vatandaş, hafızalarımızda yer etmiş – bazılarını ezbere bildiğimiz şiirler okuyordu…
     Tabi ki biz, onu henüz tanımadığımızdan, itiraz sesleri yükselmiş;
     -“ Kim bu adam ya! Karakoç’un şiirlerini katlediyor…” gibisinden laflar etmiştik.
     Evet.. Koskoca salonun ortasında o küçük cüssesiyle bu büyük şiirleri okuyan kişi de Abdurrahim Karakoç idi.
     Daha sonraları fikir ve ülkü dünyamızda, O’nun;
    
     “ Kör dünyanın göbeğine
       Hak yol İslam yazacağız.
       Kuşların göz bebeğine
       Hak yol İslam yazacağız.
 
      Koç burcuna, yay burcuna
      Bebeklerin avucuna
      Minarelerin ucuna
      Hak yol İslam yazacağız.
 
      Bucak bucak, köşe köşe
      Kara taşa, kor-ateşe
      Yıldıza, aya, güneşe
      Hak yol İslam yazacağız…”
şeklinde başlayıp devam eden meşhur dizeleri,  önceleri şiir, sonraları da marş olarak yer almaya, hatta iliklerimize işlemeye, kazınmaya başladı.
     Daha o yaşlarımızda körpecik bedenlerimizle ve sıkılı yumruklarımızla Dünyayı yeniden keşfediyor, “Türk cihan hakimiyeti mefküresi” yolunda “Nizam-ı Alem “ için fetihlere çıkıyorduk.
     Bizler kendimizce mücahede ve mücadeleye devam ettikçe o da yazmaya ve bize ufuk çizmeye devam ediyordu. Daha sonraları onun aşağıdaki mısralarını Ankara’nın caddelerine, sokaklarına ve özellikle Site Öğrenci Yurdunun duvarlarına işledik:
 
     “Çıktık Ötüken'den günün birinde,
     Yıkandık Mekke'nin tevhid nurunda.
     Hem dünde, bugünde, hemi yarında
     İslâmlık Miraçtır, Ülkü sancaktır
     Bu mübarek yoldan dönen alçaktır.
 
     Yürüdük 'Nizam-ı Âlem' uğruna
     Doğduk güneş gibi küfrün bağrına
     Batılın elleri düştü böğrüne
     İslâmlık rahmettir, Ülkü sancaktır
     Bu mübarek yoldan dönen alçaktır.
 
     Hep karaya kara, aka ak dedik
     Korkaktan, millete fayda yok dedik
     Hayat mücadele, ölüm hak dedik
     İslâmlık cihaddır, Ülkü sancaktır
     Bu mübarek yoldan dönen alçaktır.
 
     Biz dava uğruna serden geçmişiz
     Anadan, babadan, yârdan geçmişiz
     İman denizine yelken açmışız
     İslâmlık hedeftir, Ülkü sancaktır
     Bu mübarek yoldan dönen alçaktır.
 
     Engeller yıldırmaz Müslüman Türk'ü
     Şüphesiz, inandık; söz verdik çünkü...
     Kıyamete kadar yaşar bu ülkü!
     İslâmlık sevdadır, Ülkü sancaktır
     Bu mübarek yoldan dönen alçaktır.
 
     Evet… Benim hayatımda 40 yıla damgasını vuran, şiirleriyle coşup cenge çıktığım, etkilenip sevdalıma dizeler döktüğüm, Üstad Abdurrahim Karakoç’un o çelimsiz ama 80 yıllık ulu bir çınar olan bedeni artık toprağa düştü, Gâlubela’da  “Beli!” diyen o hassas ruhu da Hakk’a yürüdü.
 
     Esir Türk ellerinde havadaki bulutu, dağdaki karı ve dört mevsim ötedeki baharı,   Mihribanlı sevda şiirlerinde ise lambada titreyen alevi üşüten Şair Karakoç; geçtiğimiz Cuma günü, sevenlerinin omuzlarında,
    “ Bir Güzel Ülküdür Gönül Gönül Verdiğim!”
terennümleri arasında, maneviyat büyüklerimizden Esseyyid Abdulhakim Arvasi(k.s.)’nin yanı başına defnedildi.
     Daha 3 yıl önce rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu için Maraş’ın Keş Dağlarında Mart soğuğunda üşüyen yüreklerimiz, bu kez de Haziran sıcağında, Abdurrahim Usta’yı “Sonsuzluğun Sahibi”ne uğurlarken yine aynı duygularla üşüdü ve titredi.
 
    Velhasılı kelam:
     “Bir Karakoç geldi geçti
       Doğdu, duydu, sevdi, göçtü…
       Alp erenlik makamında
       Rahmet-i Rahman’a uçtu…”
 
     Mekânı Cennet-i Âlâ olsun… Hatırasını ve çizgisini Can Yusuflar yaşatır inşeallah…