İki gündür Buhara’dayız... Özbekistan’ı yeterince tanımıyoruz. Tanımak için gidip dokunmak, görmek, o ruhu teneffüs etmek lazım imiş nitekim geçtiğimiz akşam saatlerinde uçağımız Özbekistan Cumhuriyetinin Başkenti Taşkent’e indikten sonra âdeta başımız dönüyor. Birden kadim bir tarihin, kültürün ve medeniyetin adım başı bize hoş geldiniz dediği hatıralı bir coğrafyanın içinde buluyoruz kendimizi. O muazzam güzellik binbir yerden yakalıyor bizleri.

Özbekistan baştan aşağıya bir zarafet, güzellik ve incelikler ülkesidir.

Heyecandan gece uyuyamadım zira gündüz gözüyle bu ülkenin taşını, toprağını, bahçesini bağını, evini, mabedini görme isteğiyle doluydum. Erkenden, hızlı trenle Buhara’ya geçeceğimiz söylendi. Ruhumuzda sonsuzluk duygusuna sebep olan engin bozkır, tren sesiyle inlerken aklımdan kimler gelip geçiyor…

Şeybani Devletinin hemen ardında Kıpçakların büyük hakanı Özbek Han’ın bu coğrafyaya hükmetmesiyle halkın büyük çoğunluğu İslamla müşerref oluyor. Ebu’l Hayr Han, Muhammed Şeybani, Emîr Timur, Ebu’l Gazi Han ve daha niceleri… Mâverâünnehir coğrafyasının bu önemli isimleri bir resmigeçit yaparken, tarih kendini hatırlatırken Buhara görünüyor.

Adını içinden çıktığı dağdan alan Zerefşan Nehri, Buhara toprağına bereket katıyor. Zerefşan Dağı ise adından anlaşıldığı üzere altın madeni bulunan bir dağ. İşte nakış nakış işlenmiş camiler, medreseler, tekkeler, bedestenler, türbeler, hanlar, hamamlar… Bu abide eserlerin ortak özelliği tarihin bütün genetik kodlarını üzerlerinde taşımaları.

Buhara, ehlidil Buhara, Ehl-i sünnetin zirvesi, asaletin, hikmetin, bereketin sebil gibi üzerine yağdığı Buhara bizi sımsıcak karşılıyor. Tren garından alelacele iniyoruz. Gelen konukları güzel ezgiler eşliğinde karşılıyorlar. Buhara Türkçesinde Farsça etkiler var. Çok zarif ve ferah bir otele yerleştikten sonra bizleri “İpek Yolu” adlı geleneksel Özbek yemeklerinin piştiği restorana götürüyorlar… Samsa, Özbek Pilavı, Şaş Kebabı tadıyoruz. Özbek sofraları çok zarif bir sunumla hazırlanıyor. Sonra piyale dedikleri kâselerde Özbek çaylarını içiyoruz.

Yemek faslının ardından, “Eski Buhara” dedikleri taşıyla toprağıyla estetiğin zirvesi olan o güzeller güzeli şehre atıyoruz kendimizi. İşte oradaki camide Şah-ı Nakşibend Muhammed Behaeddin-i Buharî hazretleri hâlâ ibadet ediyor, O medresede Hoca Muhammed Arif er-Rivegerî ders anlatıyor, şu tekkede Hoca Abdülhalık Goncdüvanî öğrencilerine nasihat ediyor. Hoca Ali Ramitenî, Seyyid Emir Külal (Gilal) işte oradalar...

Hadis ilminin en büyük âlimlerinden İmam-ı Buharî hazretleri bu şehirde doğmuş, yaşamış. Buhara bir ilm-i hadis şehridir. Dolayısıyla Ehl-i sünnetin kalesidir.

Minare-i Kelan yani “Büyük Minare” Buhara’nın tam ortasında muhteşem bir yıldızlar şehrayinini andırıyor. Ne yana baksanız binbir çeşit güzellik ve asalet ilişiyor ruhunuz erbabına. Tarihî İpek Yolunun ana güzergâhında bulunan Buhara’da çok sayıda han ve kervansaray bulunuyor. Yine Cuma Camii, duvarlarına asılı duran çinilere, sırlara sinmiş avuç avuç edilmiş duaları, bize duyuruyor uzun yılların ardından. Bedestenler, avlular, yaşlı çeşmeler, yaşı kemale ermiş çınarlar, hüzün sinmiş caddeler, eski binaların hiç eskimeyen taşları bize binbir çeşit duyguyu yaşatıyor. Buhara halkı içten, samimi ve çok güler yüzlü. Şehrin maneviyatının farkındalar.


Buhara, bizi bağrına basıyor. Uzun yıllar ne duyup yaşamışsa kalbine vurulmuş mühürle öylece duruyor ve bize de duyuruyor. Buhara güzelliğinde, güzel, sıcak ve içli bir gün çabuk bitiyor ve güneş yitip gidiyor bozkırın üzerinden.


Biz Buhara’ya doyamadık. O da bizi salmıyor..