Gerekçeyi hatırlayalım:
“Şüphelinin eyleminin amacının kutsal savunma hakkı olmadığı, aksine ters psikoloji ile müvekkilini ve kendisini mağdur göstererek dosyada haklı çıkmaya çalıştığı şüphelinin eyleminin müdafisi olduğu davayı sulandırmaya çalıştığı, şüphelinin tüm bu eylemleri birlikte değerlendirildiğinde amacının halkın gözünde yargının ve mahkemelerin itibarsızlaştırılmak olduğu, adalete olan güveni sarsmayı amaçladığı, şüphelinin eylemlerinin haber niteliği taşıyarak toplumda infiale sebep olduğu, delillerin henüz toplanmamış olması, şüphelinin kaçma veya delilleri karartma ihmalinin bulunması göz önüne alınarak atılı suçtan tutuklanmasına…”
E aslında bir yönüyle takdire değer (!) bu gerekçe!
O da şu: Resmen gerekçe yazmış, gerekçenin içeriğine birazdan değineceğiz de, gerekçe yazan bile kalmadı ki, ondan şaşırıyor insan.
Klasik haliyle “delilleri karartma ihtimali, kaçma şüphesi, delillerin toplanmamış olması” da der geçebilirdi lakin döktürmüş de döktürmüş!
Bu arada unutmayalım, şüpheli olan zat da müvekkillerinin haklarını temsil eden bir avukat.
Ancak avukatın konuşmasına tahammül edemeyen, avukatı yargının sacayağından biri olarak görmeyen, “ben hakimim, keserim, asarım” modunu benliğine gömen, bir sert ifadede veya hukuksal bir konuda bocaladığı anda karşısındakine kürsünün verdiği güç ile ahkam kesmeye yeltenen, benliğine gömdüğü gizli modu açığa çıkaran o kadar çok yargı mensubu var ki artık ülkemizde.
Ve acıdır, mesleğin “nitelikli insan kalitesi öylesine dibe vurmuş” halde ki!
Gerekçeye şimdi bakalım:
Şüphelinin eyleminin kutsal savunma hakkı olmadığı (Hakimle tartıştı diye avukat direkt şüpheli olmuş ve neyse ki(!) savunmanın kutsal(!) olduğunu belirtmiş)… Ters psikoloji ile müvekkilini ve kendisini mağdur göstererek dosyada haklı çıkmaya çalıştığı (Ters psikolojiyle kaybettiği sevgilisini geri kazanmak isteyeni görmüştük de hukuki literatüre girmesi de faydalı olmuş bu tespitin(!)… En azından “ters psikolji”nin ne olduğunu bilen yargıçlarımız var der seviniriz)… Davayı sulandırmaya çalıştığı (İşte bu gerekçe de literatürlük, yazın kenara)… Şüphelinin amacının halkın gözünde yargının ve mahkemenin itibarsızlaştırılmak olduğu, adalete olan güveni sarsmaya çalıştığı, şüphelinin eylemlerinin haber niteliği taşıyarak toplumda infiale sebep olduğu(Türk yargısının dünya yargı liginde itibar ve güven açısından neden her yıl geriye gittiğinin müsebbibi de avukatlar zaten!)…
Yargı kurumunda tarafsızlık ancak bağımsızlıkla sağlanabilir. Bağımsız olmayan yargının tarafsız olmayacağı, olamayacağı, hakim ve savcı güvencesinin havada kalacağı, pratik anlatımıyla herkesin kendi derdine düşeceği açıktır.
Yargıyı siyasetin etkisinden kurtaramadığınız sürece, yargıç ve savcıların kurulunun başından “yürütme” organını çıkaramadığınız sürece Türk Yargısı’nın çağdaş hukuk ve evrensel yargı standartlarına ulaşamayacağı kuşkusuzdur.
Yargıç ve savcı alımlarını zorlaştırmadığınız, hukuk bilgisi dışında “bir hakimin nitelikleri nasıl olmalıdır”ın altını çizip buna uygun yargı mensubu alımı yapmadığınız ve her mülakatta gözlenen “kayırma”nın önüne geçmediğiniz sürece “akılları durduran” bu ve buna benzer olaylarla karşılaşacağımız aşikardır.
Yargıya güven diptedir.
Yargıda bilgi kalitesi gün geçtikçe düşmektedir.
Yargı, yargının siyasete veya bir cemaate teslim edilmesiyle binlerce yargıç ve savcının yarattığı bir yok ediş süreci yaşayarak çok ağır bir darbe almıştır; bundan ders alınması şarttır.
Bugün için uygulamanın ve gerçeklerin dışında kalarak yapılan her düzenleme yargıyı daha da sekteye uğratır hale getirmiştir. Yargılama usullerinde yapılan ön inceleme gibi değişiklikler ile İstinaf(Bölge Adliye Mahkemeleri) Mahkemeleri’nin kurulmasının yargının hızlanmasına herhangi bir katkı yapmadığı ortadayken getirilmek istenen “hakim yardımcılığı” veya “davanın ne zaman biteceği” şeklindeki öngörüler yargıda “hakkaniyetli karar” verilmesine yönelik gerçekçi adımlar da değildir.
Yargının sorunları çok daha derindir.
Yargının ayağa kalkması ve gerek dünya yargı endeksinde, gerekse vatandaşın vicdanında hak ettiği yeri bulması için önce siyasilerin yargıya inanmaları, yargıya sahip çıkmaları ve sonra da kendilerini de yargıya emanet edebilecekleri düzeye getirebilecek kadar gönüllü ve özverili çalışmaları gerekir.
Ki bizde hiçbir zaman yargıyı seven siyasi görülmemiş, aksine yargıyı kontrol etmek isteyen siyasiler yüzünden yargı bu hale düşürülmüştür.
Bugünkü sorunların hepsi yoktan var olmamış, zaman içinde partiler değişse de aynı siyasi bakış açısı değişmediğinden yargı, yürütmenin altında ezilmiştir.
Yukarıya örneklediğimiz yargıç kararı ibretlik ve hukuk fakültelerinin derslerine bile konu olması gereken bir karardır.
Gerçek hukukçuları elbette tenzih ediyoruz lakin, ne yazık ki buna benzer kararların basına yansımayan, çok daha fazla örneklerin yaşandığı, yargının “kötü” bir yüzü vardır ki bu nedenle hukuk Türkiye’de nicedir “gukguruguk” görünümündedir.