Osmanlı’nın çöküş sürecinde birkaç akım ortaya çıktı; bunların en güçlülerinden biri Batıcı pozitivist-laikçi ideoloji, diğeri İslâmcılık idi. Cumhuriyet döneminde ülkede sulhu sükun sağlanınca pozitivist-laikçilik ülke yönetimine hakim oldu ve en sert yüzünü 1925-1950 arasında gösterdi. Ancak toplumun manevi ve kültürel kodlarına ters bir yönetim anlayışı sergilediği için toplumsal desteği arkasına alamadı ve demokrasiye geçişin daha başında tepetaklak gitti.

1950 sonrasındaki siyasal dönüşüm döneminde laik kesim insanlığın demokrasi deneyiminden yararlanıp, insan hakları ve ekonomi yönetimi gibi konularda sağlıklı, temiz bir siyaset tarzı uygulayabilse ve kendisini laikçi aşırılıklardan arındırabilseydi toplumla barışıp ayakta kalabilirdi. Ancak öyle olmadı; yarım asırlık bir itiş kakışın ardından seküler siyaset tarzı sahneden çekilmek zorunda kaldı ve onun yerine bir asır öncesinin diğer güçlü fikir ve siyaset hareketi İslâmcılık sahneye çıktı.

***

Bir yandan laikçi hareketin zihinlerde bıraktığı acı hatıralar, diğer yandan İslâmî kimliğe sahip yeni siyasetçilerin toplumsal dokuyla uyuşan söylemleri ve “dindarlar dürüst, adaletli, merhametli olur” şeklinde özetleyeceğimiz inanç ve umutlar sayesinde İslâmî kesim siyaset merdiveninin başarı basamaklarını hızla tırmandı.

Çekirdeğini -benim de mensubu olduğum- imam-hatip menşelilerin oluşturduğu bu kadronun ve bu kadro çeperinde toplanan mütedeyyin okumuşların teorik dinî bilgileriyle idealleri güçlü olsa da önemli bir kısmının siyasetin gerektirdiği sosyolojik birikimleri ve demokrasinin gerektirdiği ahlâkî dirençleri Türkiye gibi zor bir ülkenin yönetimini taşıyacak kadar güçlü değildi. Bunu da normal karşılamak lazım; çünkü ilk defa siyasetin pratik gerçekliğiyle ve hem külfetleri hem de nimetleriyle imtihan ediliyorlardı. Buna rağmen bu kadro, ülke yönetimine hakim olunca dinî duyarlılıkları, idealleri ve umutlarından aldıkları enerji ile iktidarlarının yaklaşık ilk on yılında inanılmaz ölçüde başarılı oldular ve bu sayede dünyanın ilgisini, İslâm toplumlarının da umutlarını üzerlerine çekmeyi başardılar.

Fakat başarıya ulaşmaktan daha zor olanı, başarıyı taşıyabilmektir. İşte İslâmî kimlikle siyaset yapan yeni kadro bu noktada yanlışlar yapmaya başladı. Bu yanlışları da “İslâmî kimlik”ten “İslâmcı kimliğe” kayarak yaptıklarını düşünüyorum.

Benim yarım asırlık okumalarımdan ulaştığım sonuca göre, nihayetinde İslâmî kimliği belirleyen şey; başta adalet, eşitlik, dürüstlük, kul hakkına ve insan onuruna saygı, tevazu, ülfet, müsamaha, sabır gibi erdemler olmak üzere, temel insanî değerlerde Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamber efendimizin ortaya koyduğu ilkelere sadakat göstermektir. İslâmcılık ise -özellikle siyaset alanına taşındığında, bütün ideolojiler gibi- kaçınılmaz olarak bir ayırımcılığı. ötekileştirmeyi üretir ve öyle de oldu. Vaktiyle bir meslektaşım bana şöyle demişti: “Benim anlayışıma göre ‘Müslüman’ın hakkı diğerlerine göre her zaman bir adım öndedir.” İşte siyasal İslâmcılık tam da budur. (O dönemlerde “Müslüman” kelimesinin dar kapsamlı, az çok siyasal içerikli bir kavram olarak kullanıldığını yaşı müsait olanlar hatırlar.)

Son yıllarda birden bire İslâmcı kesilen fitne ve husumet kışkırtıcılarının siyasilerdeki bu zaafı nasıl istismar edip itibar ve ikbal kazandıklarını gördük.

***

Şimdi önümüzde bir umut var: O da bugün ülkeyi yönetenlerin, daha önce Batıcı-laikçi kesimlerin yaptığı yanlışa düşmemeleridir; yani bütün insanlarımızı kucaklayan ve ülke imkânlarının paylaşımında kültürel, dinî vb. ayırımcılık yapmayan; diploma menşeine veya dalkavukluğa değil, ehliyet ve liyakate itibar eden önceki yönetim anlayışlarına dönmeleridir; kopmaya başladığı söylenen gönülleri kazanmanın bundan başka yolunun olamayacağını bilmeleridir; bunu da siyasal bir pragmatizmle değil, İslâmî ve insani ahlâka uygun olduğu için, gönülden inanarak yapmalarıdır.

Unutmayalım: “Mahkeme kadıya mülk değildir.