Rüyalarında aşık oldu ona.

”Bu nasıl aşk?” diyene,

– Kalbimden olur olmaz zamanlarda muhteşem yoğunlukta bir sevgi akıyor ona doğru. Sanki kalbim yerinden fırlayacakmış da onun kalbine konacakmış gibi, diyordu. 

– Onun kalbinden sana akan bir şeyler var mı bari?, diye alaycı alaycı soranlara, gözlerini bir çocuğun masumiyetiyle kocaman açarak; 

– O böyle hissetmese ben de hissedemem ki… Ayrıca, o beni sevmese bile ben yine de severim onu, diyordu.

Diyordu ve o insanların aşkının ne kadar da beklentisiz olduğunu anlayacaklarını umuyordu. 

Aslına bakarsanız, topu topu birkaç cümle konuşmuşlar sadece. Ama o, her sözcüğe öylesine dağlar gibi anlamlar yüklemiş ki birkaç cümleden bir aşk destanı oluşturmuş adeta. 

O, kendi uydurduğu destana ölümüne inanan bir meczup olduğunun ayırdına varamadı asla.

Daha fenası ötekinin de bu destana inandığını sandı… Hatta, destanı ötekiyle beraber, kalp kalbe yazdıklarına inandı. 

Biraraya geldikleri o birkaç çalıntı saati asırlarca uzattı zihninde. Sevişmelerini ibadet kabul etti. Kırık dökük sevgi sözcüklerini ise dua. 

Zaman göreceliydi ya, o da sevgiliyle beraber olduğu saatleri yıllar, ayrı olduğu yılları ise saatler ile ölçtü. 

Böyle böyle akıp gitti zamanların içindeki zaman.

Öteki, ”Biz ikimiz de deliyiz.” dermiş buluşmalarında.

O da, yalan nedir bilmeyen çocuklar gibi inanırmış ona. İnanırmış ve kendi deliliğinden onur duyarmış.

Ah, ben onun beklentisiz bir aşık olduğunu mu söyledim az önce? 
Yalandı aslında bu! Hem de koskoca bir yalan. Onun, hem kendisine hem de çevresindekilere anlattığı bir masaldı bu. Aynı aşkı gibi.

Yıllar sonra anladım ben de kandırıldığımı ve onun hayal dünyasının, aşk masalının içine çekildiğimi. 

Varmış meğer onun da beklentileri. Hem de dağlar gibi… hem de ateş gibi içini yakan; yakan ve kavuran; yüreğine sığdırmakta zorlandığı beklentileri.

Hiç binmedikleri gemilerde başını ötekinin omuzuna koyarak denizin köpüklerini seyretmeyi beklermiş meğer. Boğaza bakan bir tepede ötekiyle beraber güneşi karşılamayı beklermiş. Ve hiç gitmedikleri deniz kıyılarında sabahın ilk saatlerinde ayaklarını suya sokarak kıyı boyunca yürümelerini. 

Hayata beraberce ve bütünüyle katıldıkları zamanın gelmesini beklermiş meğer. Ötekinin deliliğine sahip çıkacağı, daha doğrusu kanıtlayacağı; gece gündüz beraber olunan, hasretliğin kalmadığı anları beklermiş.

Sözün özü, ötekinin de kendisini aşka adamasını beklermiş.

İşte böyle onulmaz beklentilerle kıvranıp dururken o; kendisine ‘’delisin’’ diyenlere aşkına derin bir imanla bağlı olanların inançlı yüz ifadesiyle, 

– Biz ikimizde deliyiz. Aşk da zaten ikili bir deliliktir, diyordu şarkı söyler gibi.

… 

O şimdi inzivaya çekildiği küçük ve ıssız sahil kasabasında, bulutları mora, gökyüzünü yeşile, denizleri turuncuya, çimenleri maviye boyuyor… Yeşil gökyüzünde kıpkırmızı bir uçurtma uçuruyor, çıplak ayakları çimenlerin ıslak mavisine dönüşürken tek başına deliliğini yaşıyor. 

Öteki mi? 

Öteki hâlâ, dünyevi hesaplarıyla, hırslarının peşinde, akıllı akıllı, ama deli olduğunu iddia ederek koşturup duruyormuş.

İkisini de bilenler, öteki hiçbir akıllının cesaret edemeyeceği işler yaptığını iddia ettikçe, uzak bir sahil kasabasında mor bulutlar, turuncu denizler boyayan umarsız aşığı düşünüp acı acı gülümsüyorlar.