Felsefe, bilim, sanat ve siyaset gibi, entelektüel alanlarda geri kalmış (üretim yetersizliği içinde) olan toplumlarda, dünyadaki tüm toplumların gündemlerinde sıklıkla üst sıralarda yer alan demokrasi, insan hakları, devrim, … vb. gibi, belli başlı kavramlarla ilgili olarak, gerek algılama ve gerekse anlama bakımından, fevkalade ciddi sorunlar vardır! Öyle ki, bu gibi kavramlarda, çoğu zaman akıl almaz ve “maksatlı” saptırmalara rastlanır. Son derece doğal bir şekilde ve kolaylıkla yapılan saptırmalar nedeniyle, bahse konu herhangi bir kavramın evrensel nitelikleri ve içeriği ile bu gibi toplumlarda kabul edilen nitelikler ve içerikler arasında belirgin farklılıklar ve hatta taban tabana zıtlıklar görülür.
O nedenledir ki, bu gibi entelektüel alanlardaki temel bazı kavramlar, salt olarak algılanamaz ve anlaşılamaz! Dolayısı ile de mesela, salt olarak “devrim”in ne olduğu ve olmadığını kavramadan, “askeri devrim”, sivil devrim”, “bilimsel devrim” gibi; yine aynı şekilde, “demokrasi”nin gerçekte ne olduğunu kavramadan “sosyal demokrasi”, demokratik sol (veya sağ)”, vs şeklinde, asıl kavramı ifade eden kelimenin önüne ya da sonuna bir başka kelime getirilerek kullanılır. Hiç kimse de çıkıp da, “Önce, devrimin ve demokrasinin ne demek olduklarını bir kavrayalım, ondan sonra da, oluş durumlarına göre bu şekilde adlandıralım” demez!
Bu gibi temel kavramlardan, doğrudan belli bazı nitelikler bağlamında söz edilmesi sonucunda ise, herkes bu kavramlara tamamen kendine mahsus anlamlar yükleyeceğinden, toplumda bir sağırlar diyalogu yaşanmaya başlar. Böyle bir ortamda ise, hiçbir tartışmada, toplumsal ortak aklın gerektirdiği sonuçlara varılması mümkün olmaz! O nedenledir ki, Türkiye’de de pek çok konuda örnekleri görüldüğü üzere, özellikle siyaset ve inançlarla ilgili bazı tartışmalar, en küçük bir ilerleme dahi sağlanamadan, başladığı günkü seviyesinde yıllarca (bazen yüzyılı aşkın süre) devam eder gider…
Bu yazıda, sözlüklerde çok genel olarak anlamı, “Dünya görüşünde, felsefede, bilimde, sanatta veya toplumsal düzende birdenbire olan köklü ve niteliksel değişme” şeklinde verilen “devrim (İngilizcesi “revolution”)” kelimesi ve kavramı üzerinde durulacaktır. Konu, toplumsal şartların oluşması ile kaçınılmaz olarak, ülkenin siyasi yapısında “kendiliğinden meydana gelen” köklü ve nitelikli bir değişme ile, “belli bir güç (ya da güçler) tarafından meydana getirilen” değişim için aynı kelimenin ve kavramın geçerli olup-olamayacağı ekseninde ele alınacaktır.
Türkiye’de (ve belki dünyanın bazı başka ülkelerinde de) kendilerini “devrimci” olarak adlandıran ve aslında sol düşünce geleneğinden gelen bazılarına göre devrim, kendi koydukları hedeflere yönelik çalışmalarla gerekli şartları oluşturan birileri tarafından yapılan (hatta, yapılması “gerekli” olan) bir eylemdir! Konuya bu açıdan bakıldığında, mesela “1789 Fransız Devrimi” ile Rusya’daki “1917 Ekim Devrimi” arasında, mahiyet bakımından benzerlik ve meydana geliş şartları bakımından da paralellik olması icap eder. Ne var ki, bu ikisi arasında gerçekte, ne böyle bir benzerlik ve ne de böyle bir paralellik vardır!
1789’da, Kral’ın yönetiminden memnun olmayan Fransız halkı, birileri tarafından organize edilmiş olmayan (ve tamamen haklı olarak) kendiliğinden bir karşı çıkış hareketi ile tarihin en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirmiş ve tüm dünyayı derinden etkilemiştir… Yani, tarihin akışını kökten değiştiren böyle bir hadisede, ortada devrimi başlatan ve sonunda iktidarı ele geçiren belli bir örgüt, karizmatik bir lider, vs. yoktur! Sadece halkın memnuniyetsizliklerini dile getiren ve toplumun aynı düşünceler paralelinde hareket etmesi yönünde, gerekli fikri zemini hazırlayan evrensel düzeyde düşünce adamları (ve felsefeciler) vardır. Ayrıca, 1789’da Fransa’dan başlayarak tüm dünyayı etkisi altına alan toplumsal değişim, yüzyıllardır gelişerek devam ediyor.
Halbuki, 1917’de Rusya’daki durum aynı değildir! Evet, belki Rusya’da da, Fransa’da olduğu gibi, uzun yıllardır halkın “Çar’dan memnun olmama” durumu vardı. Ancak, Rus halkı içinden, fikirleri tüm dünyayı etkileyecek evrensel düzeyde fikir adamları çıkmış olmadığı gibi, Fransa’da olduğu gibi kendiliğinden bir karşı çıkış hareketi de ortaya koyabilmiş değildir! Aksine, orada söz konusu olan, aslında, Lenin’in (Vladimir İlyiç Ulyanov, 1870-1924) liderliğindeki bir örgütün başlatıp yönlendirdiği bir “isyan” sonucu yönetimi ve ülkeyi ele geçirdiği bir “darbe”dir (İngilizcesi “coup” ya da “coup d’etat”)! Yani, Ekim Devrimi’nde sadece tek bir isim vardır, o da Lenin’dir; adeta her şey onunla başlamış ve onunla bitmiştir. Nitekim, Lenin ve arkadaşları tarafından 1917’de getirilen siyasi sistem, ancak 74 yıl dayanabilmiş ve bugün artık o düzenden eser kalmamıştır.
Örgütlenmiş belli bir isyancı grubun (velev ki halkın bir kısmını yanlarına almış bile olsalar) yönetimi devirerek, yerine kendilerinin geçmesi hadisesi, olsa olsa bir “darbe” olabilir. Ancak, elbette her isyan bir darbe değildir. Zira, isyan eden her organize grubun amacı, her zaman iktidarı ele geçirmek olmayabilir. İsyanın amacı (haklı ya da haksız), sadece belli bir konuda baskı yaparak, ülke yönetimini kendi arzuları doğrultusunda hareket etmeye zorlamak da olabilir. Ama, adına “devrim” dediğimiz halk isyanı, kesinlikle “haklı” ve dolayısı ile de meşru bir olgu iken, “isyan”ların ve “darbe”lerin her zaman haklı ve meşru olmaları söz konusu olmayabiliyor. Böyle durumlarda zaten, aradan geçen yıllar içinde, durum darbecilerin ortaya koydukları istikametin tersine gelişmektedir ki, Türkiye’de de bu konuda hayli örnek vardır!
Tarihte (ekseriyeti “askeri isyan” niteliğinde olmak üzere), dünyanın dört bir yanında, “sivil” ya da “askeri” darbeler yoluyla ülke yönetimlerinin el değiştirdiği çok sayıda örnekler vardır… Bir isyan, eğer haklı taleplere dayanıyor ve tüm halkın katılımı ile kendiliğinden meydana geliyor ve köklü (ve kalıcı) bir değişim süreci başlatıyorsa buna devrim diyebiliriz! Ama, belli bir organize grup tarafından ortaya atılan gerekçelerle ve yine aynı grubun girişimi ile belli bir hedefe yönelik olarak başlatılan ve sürdürülen (yani birileri tarafından “yapılan”) ve bu organize güç etkinliğini kaybettiğinde de sona eren isyanlar ve darbeler için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Her şeyden önce devrim, şartların olgunlaşması sonucunda tamamen kendiliğinden (Fransızcası, “spontanément”) meydana gelen ve halkın çok büyük (tamamına yakın) çoğunluğunun katıldığı; çoğu zaman, sadece mevcut yöneticilerin değil, “toplumsal yapı”nın ve “yönetim modeli”nin de değişmesine yol açan isyandır. Kısacası devrim, bir örgüt tarafından yürütülen ve ülkede yönetimi ele geçirmeyi hedef alarak yapılan, planlı-programlı bir eylem değildir. Dolayısı ile de, kavrama bu açıdan bakıldığında “devrimcilik” kavramının, ancak, meydana gelmekte olan devrimi tasvip ve desteklemekten öte anlamının olmayacağı anlaşılır. Bu ise, toplum karşısında kendilerini (bilerek ya da bilmeyerek)  “devrimci” olarak ifade edenlerin de aslında, “darbeci” ve “dayatmacı” olduklarını gösterir.
Özellikle Türkiye’de, siyasi görüş farklılıkları bağlamındaki tartışmalarda ileri sürüldüğü şekilde “devrim” ve “devrimci” kavramlarının mahiyetleri, tarihsel pratik bakımından da, zaten “isyancı ve darbeci” karakterdedir. Çünkü, İttihat ve Terakki döneminden bu yana, Türkiye’de bu anlamda yaşanan hadiseler, toplumdaki belirgin memnuniyetsizlikleri gerekçe göstererek (daha doğrusu “bahane” ederek) örgütlenmiş olan bazı grupların, mevcut iktidarları devirerek, yönetimi ele geçirmeyi hedef alan girişimlerinden başka bir şey değildir.
Gelelim, Türkiye’de bu kavramları en fazla sahiplenen sosyalistlerin ve komünistlerin devrimciliklerine: Sosyalistler ve komünistler için, en temel teorik referans kaynağı olduğu için, önce Karl Heinrich Marx’ın (1818-1883) bu konuda ne söylediğine ve ne yaptığına bir bakmak gerekiyor. Tüm yaşamı boyunca, çalışma hayatı, işçi sınıfı, emek, tarih yorumu, vb. gibi pek çok konu üzerinde (ama sadece) sosyoloji ve felsefe alanında teorik çalışmalar yapan Marx’ın (hem de Avrupa ülkelerinin, siyasi bakımdan en çalkantılı olduğu) o dönemdeki herhangi bir örgütsel yapının içinde yer almamış olması son derece ilginçtir.
Marx, materyalist tarih yorumu ile, toplumlarına zaman içinde ardı ardına geçireceklerini varsaydığı doğal süreçleri analiz ederken, devrimci örgütlerin bu analiz doğrultusunda ideolojik hedefler ortaya koyarak, toplumları yönlendirmesi gerektiğini söylemiyordu! Marx,  kapitalist üretim anlayışından kaynaklanan sebeplerle bir süre sonra, ellerinde kendi emeklerinin dışında hiçbir şeyleri kalmayacak olan işçilerin (proleteryanın) “sınıf bilinci”ne ulaşması ile kapitalizmin kendiliğinden yıkılma sürecine gireceğini; nihayetinde ise, insani bakımdan en ideal düzen olarak, komünist toplumun ortaya çıkacağını öngörüyordu. Yoksa, bu sonuca, planlı-programlı birtakım örgütsel faaliyetlerle ulaşılması gerektiğini teklif ya da tavsiye ediyor değildi! Kısacası, Marx’ın ortaya koyduğu sadece bir öngörüydü, örgütsel ve ideolojik bir hedef değildi!
Ama, Marx’ın teklif etmediği, örgütsel faaliyetlerle “toplumu belli bir hedefe doğru yönlendirme” eylemi (ki bu, demokrasi ve temel insan hakları açısından da büyük bir sorun teşkil eder), mesela Lenin ve Mao Zedong (1893-1976) için “olmazsa olmaz” bir gereklilikti! Dolayısı ile “devrimcilik”, Marxist değil ama belki Leninist (ya da Maoist) bir anlayış olmalıydı!
Yoksa, Marx’ın materyalist tarih yorumuna göre, kapitalist toplumlarda proleterleşme düzeyi ve kitlesel memnuniyetsizliğin yol açacağı halk isyanı için koşullar henüz ortada yokken, sözüm ona “devrimci” bazı örgütler marifeti ile toplumsal huzursuzluklar çıkarılarak sonuca ulaşma girişimlerine “devrim” demek, en azından, her durumda toplumun haklı olduğu bu kavram için uygun görünmüyor. Meydana gelen devrim niteliğindeki bir halk hareketini etkileyen evrensel düzeyde fikir adamlarının ya da toplum liderlerinin olması, devrimlerin “örgütsel nitelikli” hareketler olduğunu göstermez.
Kısacası, devrim, birileri (halk ya da örgüt fark etmiyor) tarafından “yapılan” bir eylem değil, halkın haklılığı temelinde “kendiliğinden meydana gelen” kitlesel bir olaydır.
Öte yandan, tarihe bakıldığında, örgütlü güçlerce gerçekleştirilen darbelerle ilgili olarak, daima, hem demokrasi hem de insan hakları açısından ciddi sorunlar olmuştur. Bu nedenle (sivil ya da askeri), organize güçlerin kendi belirledikleri hedefler doğrultusunda giriştikleri eylemlerin, aslında topluma karşı darbe girişimleri olduğu keyfiyetinin gözardı edilmemesi gerekiyor. Dolayısı ile, hiç kimsenin örgütlenerek devrim (daha doğrusu “darbe”) yapmaya kalkışma hakkı olduğu düşünülmemelidir.

Ramazan Aydın'ın kişisel web sitesi için tıklayınız...www.dogrubakis.net