TÜRKİYE'nin dış politikasında ne zaman ki sarsılmaz bir dik duruş söz konusu olsa, Ömer Seyfettin'in o meşhur “Pembe İncili Kaftan" hikayesi hatıra gelir. Şah İsmail'e elçi olarak gönderilen korkusuz Muhsin Çelebi, sarayda oturacak yer bulamayınca, paha biçilmez Pembe İncili Kaftanını yere serer ve üzerine oturur. Osmanlı Sultanı'nın mesajını Şah İsmail'in yüzüne haykırdıktan sonra, kaftanını almadan saraydan çıkar. O bütün servetini feda ettiği kaftanını getirenlere de, “Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz" diye cevap verir.

Pembe İncili Kaftan hikayesi, çok haksız şekilde, bir diplomasi ve hamaset hikayesi olarak bilinir. Oysa hikaye, başından sonuna kadar, devletini canını verecek kadar çok seven, ama devletine karşı minnetsiz duran bir kahramanı anlatır; hem de pek güzel kelime ve cümlelerle anlatır.

Devlet, Hacegan'dan, Enderun'dan, Divan'dan Şah İsmail'e gidebilecek korkusuz bir elçi bulamamıştır; Muhsin Çelebi devletini seven bir adamdır, devleti çağırdığında gazadan gazaya koşar, yüzünde kılıç yaralarının izleri vardır. Doğrudan ayrılmaz, ölümden çekinmez, hiç büyüklere ülfet etmez, ikbal istemez. Dünyaya minneti yoktur. Şahla geda nazarında biridir. Kula kulluk etmez.

“Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzetinefissiz kölelerden, zahifeler gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı..."

Sadrazam, Muhsin Çelebi'den elçi olmasını istediğinde, Çelebi şu şartı dile getirir:

“Madem ki bu bir fedakarlıktır, fedakarlık ücretle olmaz. Hasbi olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakarlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!"

Muhsin Çelebi, tüm varını yoğunu ipotek ettirip Pembe İncili Kaftanı sırtına giyer, elçilik görevini başarıyla tamamlar, kaftanı bırakıp İstanbul'a döner. Hikaye şu satırlarla sona erer:

“Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama yine ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakarlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!"

Hiç abartmadan ifade edelim: 15 Temmuz şehitlerimizin ailelerini ve gazilerimizi ziyaret ettiğimizde, her birinin Ömer Seyfettin'in Pembe İncili Kaftan hikayesinde anlattığı Muhsin Çelebi olduklarını büyük bir hayranlıkla müşahede ettik.

Devlete minnetleri yoktu. En küçük bir karşılık, hatta takdir, teşekkür beklentileri dahi yoktu. Cumhurbaşkanları “halkımı sokağa davet ediyorum" demişti; hepsi de sorgusuz, sualsiz, hesapsız, plansız, beklentisiz şekilde sokağa çıkmışlardı. Öyleleri vardı ki, daha Cumhurbaşkanı çağrı yapmadan harekete geçmişlerdi. Kimi camiden çıkıp, kimi seccadesinin başından kalkıp gelmişti. Kimi meyhaneden, bardan, pavyondan dışarı fırlamıştı. Kahvehanelerden, okey masalarından, kağıt masalarından gelenler vardı. “Tayyip'i vuracaklar", “Hükümeti devirecekler", “Devleti yıkıyorlar", Fetullah'ın teröristleri vatanı işgal ediyorlar" sözü, hepsini harekete geçirmeye yetmiş, soru sormadan, bahane üretmeden, sonlarını düşünmeden, berrak bir zihin ve korkusuz yürekleriyle hedeflerine kilitlenmişlerdi.

16 Temmuz sabaha karşı, direniş meydanlarında canlarını, kanlarını bırakarak, kollarını, bacaklarını bırakarak, eşlerini, yavrularını bırakarak hepsi de vazifelerini yapmış olmanın rahatlığıyla evlerine, hastanelere, morglara çekildiler.

Tarihin maalesef değişmeyen ve en çirkin cilvesidir: Savaş olunca en ön safta olanlar, zafer kutlamalarında hep en arkada kalırlar; mücadelede en arkada duranlar, zaferin ucu görününce, herkesi çiğneyerek en öne geçerler.

Nitekim Ömer Seyfettin, Pembe İncili Kaftan hikayesini 99 yıl önce yazmış, orada da 500 yıl öncesini sanki bugün gibi anlatmıştı.

Şimdilerde yaşanan tartışmalara, yazılanlara, anlatılanlara, söylentilere bakınca, tarihin tekerrür ettiğini görüyor insan. İster istemez iki büklüm oluyor.

Ortalık sahte kahramanlardan geçilmiyor. Davayı fırsata çevirmek isteyenler meydanda at koşturuyor. O gece gizlenenler, sabaha kadar kayıp olanlar, gecenin kahramanlarına pervasızca yılan zehirli dillerini uzatıyorlar. Eski hesaplarını görmek isteyenler, öne çıkmak için herkesi çiğneyenler, ikbal kapılarını zorlayanlar, alelacele yazdıkları kitaplarla şehitlerin kanı üzerinden para ve şöhret devşirmeye çalışanlar hem şehitlerin, hem tüm kahramanların, hem de iyilerin ruhlarını, canlarını incitiyorlar.

Şükür ki, gecenin kahramanlarının çoğu olan biteni izlemiyor, dönüp ganimet savaşlarına bakmıyorlar. Ne sahte kahramanlık destanlarına, ne ikbal, makam, rant ve fırsat kavgalarına ilgi duymuyorlar. 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi kendi mütevazı hayatlarını idame ettiriyor; yeni bir çağrı için tetikte, can vermeyi bekliyorlar.

“İyi insanlar iyi atlara binip gidiyorlar..." Umutsuzluk mu? Daha değil. Allah var, yeis yok!

Editör: Haber Merkezi