Bu cümledeki ‘adam’ erkeği ya da kadını değil, her ikisini ifade eder. Buna ‘insan’ da diyebilirdik ama o zaman ‘adam olmak’ deyiminin anlamını vermezdi, onun için böyle dedik.

Nasıl adam olabiliriz? Sorusunun cevabı birkaç türlü verilebilir: Bir insan için övülen hasletleri edinir, yerilen hasletlerden arınırsak. İnsan olarak yaradılış gayemizi gerçekleştirirsek. Zararlı olmaktan uzaklaşıp faydalı olabilirsek. Allah’a iyi bir kul olursak… Aslında bunların hepsi aynı şeydir ve iyi bir müslüman olmaktan ibarettir. Yanı ‘adam olmak’ için iyi bir müslüman olmak gerekir. Bunun kulağı tırmalayan tek yönü, bugün dindar, hatta aşırı dindar gözüktüğü halde bu hasletleri taşımayan Müslümanların varlığıdır. Buna da cevabımız bellidir; demek ki, bugün dindarlıktan anladığımız şeyler gerçek dindarlık olmayabilir.

O halde ikinci soru: Peki, nasıl iyi bir müslüman olabiliriz? Bunun cevabı da en kestirme şekliyle şudur: iç ve dış düşmanlara karşı zafer elde etmekle. İç düşman kim? Kısaca nefsimizin arzuları: Yani hep kendimizi, tenimizi, zevkimizi düşünmemiz, bencillik. Mide, şöhret ve makam şehveti, diğer şehvetler. Bunların hepsine birden şehvetperestlik diyebiliriz. Hodbin, bencil, egoist kelimeleri de bu konuda bize yardımcı olabilir. Bir de dış düşmanlarımız var, yani dâhili ve harici bedhahlarımız. Kısaca içimizden ve dışımızdan bize kötülük düşünenler.

İç ve dış düşmanlara karşı zaferin araçlarını Allah bir ayette özetlemiş; Kitap, mizan ve demir. Yani ahlak, hukuk ve yaptırım gücü. Bunun bir anlamı da şu: Güçlü olmadan dünyayı da ahireti de kazanamazsınız, kendinizi de başkasını da aşamazsınız.

İşte insanın bütünüyle varlık sebebi bu zaferleri kazanıp ‘adam olmak’tır. Hukuk da bunun için vardır. Yani hukuk hedef değil, bu hedefin vasıtasıdır. Vasıtaların da vasıtaları vardır. Bunlar böyle uzar gider.

Biz adam olmak için bir hadisi şerifin anlamını verelim derken yolumuz buralara düştü. Şimdi şu evrensel öğütlere bakalım:

Resulüllah Efendimiz buyuruyorlar ki:

‘Üç şey günahları silen kefaret, üç şey insanın derecesini yükselten hasletler, üç şey kurtarıcı sebepler, üç şey de insanı helak eden sebeplerdir.

Günahları silen üç şey: Zor şartlarda bile abdest almak, bir namazdan sonra diğerini özlemek, cemaatlere adım atabilmek. İnsanın derecesini yükselten üç şey: Açların karnını doyurmak, selamı yaygınlaştırmak, insanların uykuda oldukları gece saatlerinde kalkıp namaz kılabilmek. Kurtarıcı üç şey: Öfke halinde de sevgi halinde de adil olmak, varlıkta da yoklukta da itidalli yaşamak, gizlide de açıkta da Allah’tan korkmak.

Helak eden üç şey: Teslim olunan bir ihtiras, peşine düşülen arzular ve kişinin sadece kendisini beğenmesi’. Bu hadisi şerif Bezzar’ın Müsned’inde vardır ve ‘hasen’ derecede bir hadistir. Bu alanlarda elbette başka şeyler de vardır, bunları sadece bir örnek olarak düşünmeliyiz.

Bu yazıda sadece bu son üçünü ele alacaktık.

İhtiras diye çevirdiğimiz kelime ‘şuh’tur. Şuh Türkçeye çoğunlukla ‘cimrilik’ diye çevrilir. Oysa bizim cimrilik dediğimiz şey Arapçada ‘buhl’dür. O da kötü bir huydur ve Resulüllah Efendimiz ondan da Allah’a sığınmıştır. Ama şuh ile aralarında derin farklar vardır. Şuh, benlikte var olan, nefsin tabir caizse DNA’larında bulunan bir ihtirastır, varlığın başkasında bulunmasından rahatsızlık duyma halidir, her şeyin kendisinin olmasını istemedir. Yani buhl gibi sadece verilecek yere vermeme değil, alınmayacak şeyi de almayı istemedir. Onun için Allah ‘şuh nefislerde hazır haldedir’ (Nisa 128) buyurur. Bu ifadenin erkeklerin hanımına karşı serkeşlik ve haksızlık etmesi anlatılırken kullanılmış olması da anlamlıdır. ‘Kim nefsindeki şuhtan kendini koruyabilirse işte kurtulacak olanlar onlardır’ (Haşr 9; Teğabun 16) buyurur. Buhl, elindekini vermekten cimrilik etmek, şuh ise başkasının elindekinin de kendisinin olmasını, hem de ihtirasla istemektir. Sonuçta şuh sahibi, yani şahîh helal haram çizgisi tanımaz. Bunun için ‘şuh ile iman ikisi birden kulun kalbinde asla bulunmaz’ buyrulmuştur. (Taberi sahih). Bunun için şuh helak edici bir huydur. İmanın kalpten çıkıp gitmesine kadar onu kovalar.

Bu karşılaştırmalardan şu da anlaşılır: Demek ki, şuh/hep banalık hırsı nefsin bir yerlerinde saklı bir gen, ya da yardımcı bir program gibidir. Onu tamamen çıkarmak mümkün olmayabilir, ama önemli olan onun kalbe hâkim olmamasıdır, onun aklın ve teslimiyetin emrine girmesidir. Böyle olmazsa ‘şuhhun mutâ’, yani boyun eğilen, teslim olunan, itaat edilen bir ihtiras haline gelir ve insanı helak eder.