Daha eğitim sisteminde  4+4+4’ün getireceği ve götüreceği sonuçlarını tam olarak anlayamamışken, Uludere faciası kördüğüm haline gelmişken, İsrail’e Mavi Marmara katliamı nedeniyle dava açamamışken ve Suriye sınırımız kaynıyorken televizyon ekranları, -yani gündemimiz-, kürtaj + sezaryen tartışmalarına kilitlendi.
Günlerdir hangi kanalı açsam karşımda bilir bilmez konuşan bilirkişi(!) heyetleri, dolap beygiri gibi aynı konunun etrafında dönüp duruyorlar. Arada dişe dokunur doyurucu görüşler de olmuyor değil ama genellikle biraz şov biraz siyaset ortaya karışık bir durum var.
En fenası da olayın din ve siyasete gelip dayanması. Oysa ki insan hayatını doğrudan ilgilendiren, enine boyuna tartışılıp duyarlı bir şekilde toplumsal bilincin yükseltilmesi gereken bir meseleler bunlar. Böylesi hassas konuların kahvehane ağzıyla, son derece duyarsız bir şekilde ve hatta edepsizce tartışılması ise yaşama hakkına değil, ancak ölüme hizmet ediyor.
Bu durum, en keskin ifadesini Melih Gökçek’in olanca hoyratlığıyla sarfettiği: “Çocuğun Ne Suçu Var, Anası Kendisini Öldürsün!” sözlerinde buldu.
Bu trajik sözleri içi özür dilemek yerine, yumurta atan kadınları eleştirme hakkını kendinde görebilen Gökçek’e, bu ülkede tecavüze uğrayan kadınların namus ve töre cinayetlerine kurban gittiğini; bu cinayetlere verilen cezaların arttırılmasıyla beraber ise cinayetin yerini kadınları intihara zorlamanın aldığını hatırlatmak da hepimizin boynunun borcu olmalı. Aslında, oldukça ucuz kurtulmuş Melih Bey. Kadınlar, o hoyrat sözler karşısında bırakın yumurta atmayı, ensesinde boza pişirselermiş az gelirmiş.
Gökçek’in sözlerinin tüm vehametine karşın bu konudaki ihale yine de Başbakan Erdoğan’ın üzerine kaldı. Belki de diyorum: bir zihin sürçmesi olduğu kanısı uyandıran ve çoğumuzun nereye koyacağımızı bilemediğimiz, iki mevzunun bağlamını bir türlü kuramadığımız, “Her kürtaj bir Uludere’dir.” lafı olmasaydı böyle olmayacak; konu daha edeplice ve hakkaniyet çerçevesinde tartışılacaktı. Keşke, sözlerinin maksadını aştığını duyabilseydik Erdoğan’dan da, kadınlar aleyhine dolaşıp duran bunca seviyesiz laflardan hicap duymak zorunda kalmasaydık…
Ama ne yazık ki: Başbakan, o talihsiz ve (bence) anlamsız sözüne bir açıklama getirmediği için, “İmam bunu yaparsa cemaat her şeyi yapar.” mealindeki deyimin ne anlama geldiğini gördük milletçe.
Her iki konudaki tartışmanın da dini argümanlar öne çıkarılarak hem dinin hem böylesi hayati konuların siyaset malzemesi hâline gelmesi ise ayrı bir fecaat.
Kürtaj konusunu çok uzatmak istemiyorum. Zaten, bu konuda var olan yasaların yeterli olduğunu düşündüğüm için de (bulunduğumuz noktadan geri gitmeyi öneren) tartışmaları son derece abes ve tehlikeli buluyorum. Yine de sağduyu ve duyarlılık yoksunu bir dille kürtajın tamamen yasaklanmasını isteyenlere de küçük bir hatırlatmada bulunmalıyım:
Beyler!…
Hiçbir kadın “kürtaj” heveslisi değildir. Kürtaj, bir kadın için her yönüyle çok zor, korkulan ve travmatik bir hadisedir. Bir doğum kontrol yöntemi de değildir; sadece zorunluluk durumunda çaresizce katlanılan bir müdahaledir. O zorunlulukların ne olduğu ise kadından ve eşinden başkasını ilgilendirmez. Hele sizi hiç ilgilendirmez.
Şunu da özellikle vurgulamalıyım: Legal olarak kürtaj yaptırma hakkını kadının elinden alırsanız meydanı yeraltı faaliyetlerine teşne kasap ve tüccar doktorlara bırakmış olursunuz. O zaman da ölen her kadının ve bebeğin kanından “siz” sorumlu olursunuz.
Bilmem anlatabildim mi?
Sezaryen’e gelince…
Bu da, en başta da vurguladığım gibi hiçbir şekilde sansasyona gelmeyecek, geçiştirilmeyecek bir konu. Ayrıca sadece bizim değil, tüm dünyanın sorunu. Avrupa ülkeleri de gereksiz sezaryenleri engellemek için ciddi anlamda kafa yoruyorlar. Tüccar doktorlar sadece bizde yok, tüm gezegeni habis bir ur gibi sarmış durumdalar ne yazık ki…
Ve aynı Başbakan’ın vurguladığı gibi tüccar ve kasap doktorların daha fazla para kazanmak için uyguladığı bir yöntem. İş o hâle geldi ki günümüzde normal yolla doğum yapan kalmadı gibi bir şey. İnanılmaz bir bilinçsizlik ve ticari sistemin dayattığı yöntemi kabul etme durumu var ortada. Ama bu konuda da esas sorunlu ve sorumlu kesim “tüccar” doktorlar tabii ki. Çünkü, deneyimsiz ve bilinçsiz annelerin gözünü korkutarak bıçak altına yatıranlar da onlar, sezaryenin uzun vadede normal doğumdan çok daha zor olduğunu, birkaç saatlik ağrıdan kaçan kadının günler ve hatta bazen haftalar süren ağrılara katlanması gerektiğini anlatmayan da onlar.
Bu konu o kadar önemli ki üzerinde acilen raporlar hazırlanmalı, her sağlık kuruluşunda anne adaylarını bilinçlendirici seminerler şart olmalı. Amma velakin gerektiğinde tıbbi ve hem anneyi hem de bebeği kurtaran sezaryeni telafisi imkansız  bir öcü gibi göstermemek şartıyla yapılmalı bu. İkna odaları mantığıyla değil.
Çünkü: Normal doğum yapabilmek bir nimettir. Bu şansı olmayan bir anneyi sezaryenin bütün negatif sonuçlarıyla, hele hele bebeğin hayata eksik ve arızalı başlayacağı gibi ifadelerle korkutmak, sezaryenle doğurmak zorunda kalan annelere ve bebeklere yapılmış büyük bir haksızlık;  hatta insafsızlıktır.
Ha, bu arada, Erdoğan tarafından dillendirildiği için mal bulmuş mağribi gibi konunun üzerine atlayan ve günlerce gündemden düşürmeyen medyaya da “Bugüne kadar nerelerdeydiniz?” diye sormayı da unutmamak lazım.
İşini hakkıyla yapan, Hipokrat yeminine bağlı vicdanlı doktorlar bu konuda yıllardır mücadele veriyor ve insanları bilinçlendirmeye çalışıyorlar. Ne zaman hak ettikleri ilgiyi gösterdiniz o doktorlara? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuyu gündeme getirmeseydi (ki bu açıdan bakınca da teşekkür etmeliyiz kendisine) kulağınızın üzerine yatıp uyumaya devam edecektiniz… Yalan mı?…
Sezaryen meselesinde aileleri ve anne adaylarını bilinçlendirme çabalarına “EVET” ama onları yargılamaya, hele hele korkutmaya kesinlikle “HAYIR” diyorum.
Çünkü, bu konu anne adaylarından önce doktorlarla çözülecek bir meseledir. Devlete düşense yaptırımlarını kadınların bedenleri yerine özel hastanelere yöneltip “gereksiz sezaryene” engel olacak, “sırasında mükemmel bir hayat kurtarma ameliyatı olan sezaryen” için ise en uygun ortamı sağlayacak kuralları oluşturmaktır.
***
Not: Sezaryenin zararları ve normal doğumun yararları konusunda daha fazla bilgi isterseniz 2008 yılında Kuraldışı Yayınevi’nden çıkan Dr. Michel Odent‘in “Sezaryen” adlı kitabını ve yine aynı yayınevine ait Şebnem Susam Sarajeva’nın derlediği 20 annenin “özendirici” normal doğum hikayelerini anlatan “Doğal Doğuma Doğru” kitabını mutlaka okumanızı öneririm. Ayrıca, yıllardır sezaryen yerine doğal doğum yapılması için mücadele eden Op. Dr. Hakan Çoker’in “doğaldoğum.com” adlı sitesinden de çok faydalı ve anne adaylarını yüreklendirici bilgiler edinebilirsiniz.