Bizim kültür ve medeniyet dairemizde gördüğümüz her değer, birer estetik ve güzellik duygusu üzerine bina edilmiştir. Türk tarihinin bin yıllık şeceresine baktığınızda özellikle İslamiyet’le şereflendikten sonra güzellik ve estetikte çığır açtığını görürüz.

Şehirler, oturulan evler, mekânlar, iğneden ipliğe hemen her şey bir estetiğin ve güzelliğin imbiğinden geçirilmiş ve öyle sunulmuştur insana. Hatta öyle ki aşk estetiği diyebileceğimiz gönül ile ilintili akla gelebilecek her şey, estetik hassasiyetle anlatılmış ve dile getirilmiştir.

Mesela, Karahanlı Devleti döneminde kaleme alınmış Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”, Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügat’it Türk”, Edip Ahmet Yükneki’nin “Atabetü’l Hakayık” adlı eserleri bu anlamda her dem yeni ve güzeldir. Aşk estetiğiyle kaleme alınmış bu kadim eserler, bugün bile kendilerinden söz ettiriyorlar. MHP lideri Devlet Bahçeli olsun, Cumhurbaşkanımız olsun sık sık bu eserlerden bahsediyorlar! Acaba neden?

Yine 13. Yüzyılda Hindistan’da Delhi Türk Sultanı Kutbeddin Aybek’in temelini attığı ve damadı Şemseddin İltutmuş tarafından tamamlanmış olan Kutup Minar, asırlara meydan okuyan ve estetikte zirve olan bir minaredir. UNESCO Dünya Mirası listesine alınan bu eşsiz minare, Türk İslam dünyasının güzellik ve estetikte asırları aşmış çok önemli bir şaheseridir.

Selçuklu mimarisi, bugün bütün Türk İslam coğrafyasında ve Anadolu’da güzellik ve estetikte birer yıldız misali göz ve gönül dolduruyor.

Peki ya Osmanlı? İğneden ipliğe elini attığı her şeyde güzellik ve estetik vardı. Maddi ve manevi bütün kültür ve medeniyet unsurları bu duygularla bezenmiştir. Mimar Sinan gibi bir deha, “taşı işleyen bir şair”, “estetiğin zaferini kazanan bir mimar” olmanın yanında, dinin zaferini de bunların yanında bir terkip içerisinde kullanan, akustiğin esrarını çözen bir aşk ve iman adamıydı.

Mimarlık ve mühendislik fakültelerinde hiç mi Mimar Sinan'ın “ilim, sanat ve din” terkibiyle oluşturduğu mühendislik dehasından bahsedilmez?

Kentlerimiz birer moloz yığınına dönüştü. Ruhumuz birer Kerbela!

Bugün Türkiye, gerçek anlamda yeniden bir “kendine dönüş” iradesi gösterse de estetik anlamda birtakım sorunlar ve sıkıntılar ne yazık ki giderilemediği gibi şehirlerimiz günden güne bir moloz yığınına dönüşmektedir.

Küçücük odalar, küçücük salonlar ve alafranga WC'ler! Hele mutfaklar! İki kişinin içinde zor döndüğü daracık mutfaklar! Oda büyüklüğünde daracık salonlar, küçücük yatak odaları ve büyük büyük paralar… Bir insan ömrünü bu evlere sahip olmak için harcamakta yazık ki! Ve bu daracık evlerde misafir ağırlamak ise neredeyse mümkün değil! Zira bu evlerin misafir odası yok ve misafirleri oda büyüklüğündeki salonlarda uyutuyorsunuz!

Acilen bu hanelerin içeriğine müdahale edilmelidir!

Bu başı göklere değen moloz binalarda bir başınayız artık. Bu moloz evlere durmadan eşya yığarak yaşanılır ve çekilir kılmaya çabalıyoruz. Annelerimizin pencere diplerine koyduğu o nadide çiçek adlarını kaçımız biliyor? Kaçımız yaşıyor, bahçeli bir evin çiçekli bahçesine su vermenin hazzını?

İşte yerel seçimler kapıda. Biz artık yol, su, kanalizasyon işleriyle iştigal eden belediye başkanlarını değil, kent estetiğine kafa yoran, şehir insanının ruh ve gönül cephesiyle ilgilenen, şehre kültür ve medeniyet veçhesiyle yaklaşan, şehirlerimizde çok katlı binalara geçit vermeyen belediye başkanlarını arıyoruz.

Geniş caddeleri, ferah sokakları arıyoruz.

Yeşil, yemyeşil kentler hayal ediyoruz. 

Evler bahçeli, ferah olsun diyoruz.

İnsan sadece kat maliki değil, diğer evlere komşu olsun diyoruz.

Kısacası hayatımızda güzellik ve estetik galebe çalsın artık diyoruz...