Aziz Nesin, “Bir Dokun Bin Dinle” isimli kitabında “Çocuklarımıza dünyaya eleştirel bir gözle bakabilmeyi, korkusuzca yaşayabilmeyi, maddi ve manevi bakımlardan üretici olmayı, barışçı ve çalışkan olmayı öğretmeliyiz” der.

Bunların hepsini başarabilsek “ne de güzel bir ülke olacağız” aslında.

Lakin…

Bugünkü tabloyu tasvir etmek için cümlenin sonundan başına doğru gitmemiz gerekirse eğer; çalışkanlığımız hakkında nasıl bir fikir yürütebileceğimizi bilemiyoruz.

İş verildiğinde çoğumuzun aklı “işten nasıl kaytarırım”ın yolunu bulmada.

Ciddiyet ve disiplin, küçük yaşlardan itibaren iyi temellendirilemediğinden, işsizler ordusunun içinden bir de “iş beğenmeyen işşizler” alt kümesi çıktı kendiliğinden.

Çalışkan bir toplum muyuz?

Bir yılda okuduğumuz kitap sayısı ile ekran önünde geçirdiğimiz süreyi kıyaslayıp, üzerine 365 gün içinde yaptığımız toplam tatil gün sayısını çıkarın, ne kadar çalıştığımız hakkında fikir sahibi olabiliriz.

Barışçı mıyız?..

Asla.

Hatta burnundan soluyan bir toplum olduk.

Herkes günlük hayatın stresini bir başkasına patlayarak çıkarma ayarında.

Ucu yakılmış fitil gibiyiz.

Sahilde kavga ediyoruz, trafikte hep kavgalıyız, sudan sebeplerde canlar gidiyor, bir hiç uğruna yaşamlar kararıyor, anlık kızgınlıklarda nice öfke nöbeti veya cinneti ile gözümüzü kan bürüyor.

Kendimizi kaybediyoruz.

Kendimizi kaybettikçe insanlıktan çıkar seviyeye iniyoruz.

Maddi ve manevi bakımdan üretici olabiliyor muyuz?..

Üretimsel anlamda ülkemizin eskiye nazaran özellikle tarımsal anlamda parlak bir durumda olmadığını söylemek için kahin olmaya gerek yok.

Çiftçinin üretemediği, üretse de hakkını alamadığı, ürününün hak ettiği değeri görmediği, maliyetlerini çıkaramadığı ve ekonomiye katma değer katamadığı bir ortamda şehirdeki çarkların da bir noktada tıkanacağı açıktır.

Nitekim üretimdeki sıkıntı, tarım ve hayvancılıktaki daralma yıllardır bu alanda faaliyet gösterenler tarafından dile getiriliyor.

Manevi bakımlardan üretici miyiz?

Dinin nasıl saptırıldığını, çıkar amaçlı kullanıldığını, din kisvesi altında ne mağduriyetler yaşatıldığını ve gerçekte İslamiyetin ne kadar zarar gördüğünü anlatmak için sadece Adnan Oktar ya da FETÖ örneğinden söze başlamak yeterli olur kanısındayız.

Belki üretici güç olarak en çalışkanlar; toplum yararına faaliyet gösteren, sabıkalı veya muammaya karışmamış bildiğimiz ve her zaman takdir ettiğimiz TEV gibi, TEGV gibi, LÖSEV gibi, TED gibi, TOÇEV gibi, Darüşşafaka gibi, ÇYDD, THK, Kızılay ve Mehmetçik Vakfı gibi kuruluşlar…

Nesin’in sözünü tersten irdelemeye devam edelim.

Korkusuzca yaşayabiliyor muyuz?

İnsan haklarına saygılı, birbirine saygılı, hoşgörülü, karşılıklı ayrışmalarda fikirsel bazda sağlıklı tartışmayı başarabilmiş ve başarabilen, hukukun egemen olduğu, yargının tam tarafsız ve tam bağımsız olduğu; Anayasa Mahkemesi üyelerini hangi Cumhurbaşkanının atadığına yönelik tartışmaların ve parmak hesaplarının yapılmadığı, karikatüristlerin cezaevinde bulunmadığı bir ülke olabilirsek, evet, korkusuzca yaşayabiliyoruz demektir.

Hangi ölçüde korkusuzluğa sahibiz, Avengers hayaline pek kapılmadan düşünmek gerek kuşkusuz.

Eleştirel gözle bakabilmek…

Eleştiriyi olgunlukla karşılamak gerek. Sonuçta eleştiri, müspet anlamıyla değerlendirildiğinde hataların düzeltilmesi ve yanlışların görülmesinde bir aracıdır.
Eleştiriden başka anlamlar çıkarmak, kasıtlı olarak yapıldığını düşünmek ve eleştiriye tahammül edemeyip kulak tıkamak yalnızlaşma ve yabancılaşmanın sonuçlarını getirerek olumsuzlukların düzeltilememesine yol açacaktır.

Aziz Nesin, çocuklarımızın nasıl olması gerektiğine ilişkin hayalini yazmış kitabında.

Böyle bir kuşak; gelecek için “doğru kuşak” değil midir zaten?