SAHNEDE OLAN GAZETECILIK DEĞİL

Türkiye’de bazı gazeteciler artık haber vermiyor; temsil ediyor.

Kimi “sahibinin sesi”, kimi “milletin vicdanı”, kimi de kendi mahallesinin sözcüsü. Mikrofon var, mesafe yok. Kamera açık, muhakeme kapalı.

Oysa gazetecilik bir rol değil, bir sorumluluktur. Alkışla değil, şüpheyle beslenir. Tarafsızlık mutlak olmayabilir ama bağımsızlık ve adalet vazgeçilmezdir. En basit ilke şudur: Güce kim sahipse, soru ona sorulur. Bugün muhalif olan, yarın iktidar olabilir; bugün dokunulmaz görünen, yarın hesap verebilir.

Ne var ki bu denge çoktan kayboldu.

Artık masumiyet karinesi, ekranda birkaç saniyelik bir formalite.
“Yargı süreci sürüyor” denilip hemen ardından hüküm veriliyor. İddia, gerçek muamelesi görüyor. Gözaltı fotoğrafı delil, dedikodu belge sayılıyor. Mahkeme salonuna gerek kalmıyor; karar çoktan stüdyoda çıkmış oluyor.

Bir de işin özel hayat kısmı var ki…
Haberle ilgisi olmayan ilişkiler, aileler, çocuklar, geçmişte kalmış kişisel tercihler, sanki kamu yararıymış gibi ortaya saçılıyor. Gazetecilik adına yapılıyor, merak adına tüketiliyor. Oysa ortada ne kamusal fayda var ne de etik bir gerekçe. Sadece teşhir var. Sadece linç.

Gazeteci, bir doktor gibi olmalıdır.
Hastanın kimliğine değil, bulgulara bakar. Duygularıyla değil, verilerle konuşur. Tarafı kişi ya da güç değil, kamu yararıdır. Tavrı ideoloji değil, demokratik ilkelerdir.

Evet, Türkiye’de bunu yapmak zor. Ama zorluk, ilkesizliğin bahanesi değildir. Tam tersine, ilkeye en çok ihtiyaç duyulan zamanlardır.

Buna rağmen bazıları daha kestirme bir yol seçiyor:
Araştırmak yerine slogan, sorgulamak yerine saf tutmak. Gazetecilikten çıkıp aktörlüğe geçmek. Üstelik bu rol seyirci de buluyor. Alkış geliyor, etkileşim artıyor, reyting yükseliyor.

Ama burada hayati bir ayrımın altını çizmek gerekiyor:
Gazeteci ile yorumcu aynı şey değildir.

Yorumcu ve köşe yazarı elbette görüş bildirir, taraf olur, pozisyon alır. Bu işin doğasıdır. Ancak gazeteci; nesnel olmak, veriye dayanmak, iddia ile gerçeği ayırmak, yargısız infazdan kaçınmak zorundadır. Gördüğünü anlatır, bildiğini kanıtlar, bilmediği yerde durur.

Aksi hâlde ortaya gazetecilik değil,
iyi ışıklandırılmış, bol sesli, vicdanı kısık bir sahne gösterisi çıkar.

Ve ne yazık ki bugün perdeler açık, roller dağıtılmış durumda.
Seyirci alkışlıyor, ama bedeli her seferinde biraz daha hukuk, biraz daha adalet, biraz daha insan onuru ödüyor.

Şu notu da düşmek gerekir:
Birileri suç işlediyse elbette cezasını çeksin, müstahakını bulsun. Mağdur ettikleri varsa hakları yerde kalmasın. Ama peşin hükümle yargısız infaz, itibarsızlaştırma ve karalama kampanyası yapmanın adı da gazetecilik değildir. Gazeteciler yargısız infaza kalkışınca sosyal medyayı b..k çukuruna dönüştüren trol ordusunun kayığına su taşıyor.

Şunu unutma; Lekelenmeme hakkı;
sadece sevdiklerimize değil,
sevmediklerimize de lâzım.

Sahi ne diyordu vatan şairi;

Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkâr.
....

Sözün özü; görevi, mesleği ne olursa olsun önemli değil. Gönlünde Allah korkusu yoksa insan olmanın bir yönü hep eksik kalıyor.

Güzel insanlara denk gelesiniz.

Selâmetle.