Hazmetmesi kolay değil. Türkiye’nin aşinası olmadığı tablo çünkü. Düne kadar askerî darbeler normal, karşı çıkmak anormaldi. Suçlu, ülkeyi yönetemeyen siyasi kadrolardı.
Darbecinin günahı yoktu. Muhtıralarıyla, tanklı toplu ve postmodern darbeleriyle askerî müdahaleler sistemin doğal sonucuydu. Provokasyonlar karşı tarafın gemi azıya almasıydı. Onları durduracak tek güç askerdi. Ne duruyor, darbe için daha ne bekliyordu. Meclis’e balans ayarı yapmaya yetkileri vardı. Kimsenin itirazı olamazdı. Karşı çıkan devlet düşmanıydı. Sokaklarda tankları yürütmek, namlusunu halka çevirmek haklarıydı.
Bu ülke 27 Mayıs’tan 27 Nisan’a sayısız darbeye muhatap oldu. Darbe teşebbüsleri, bildiriler ve mektuplar da cabası. Saymakla bitmez. 10 yıl önce Türkiye’yi yöneten AK Parti liderliği 2002’de sandığa giderken ‘Acaba asker iktidarı bize verir mi?’ tereddütleri içindeydi. Halktan yetki almak yeterli değildi zira. Rejimi kollayanların vize vermesi gerekiyordu. Tedirgin olmakta haksız değillerdi. Erdoğan ve arkadaşları, sandıktan kolay çıktı. Milletin ne önemi var, değil mi ki askerin gözünde sakıncalıydılar... Darbe planları, kriz senaryoları ilk günden yapılmaya başlandı. Sadece ‘Genç subaylar tedirgin’ değildi, generaller de huzursuzdu. Darbe için yanıp tutuşuyorlardı. Planların hepsi değil, bir kısmı deşifre oldu. Bu kadarı bile yeterliydi. Bu, demokrasi için tehlike çanlarının çalması demekti. Anayasal sistem tehdit altındaydı. Bugüne kadar olacakları bekleyen yargı harekete geçti. Bir cesur savcı, ezberleri bozdu. Adı Zekeriya Öz’dü. Cesaret de bulaşıcı, onu diğerleri izledi.
Yargı her türlü iddianın üzerine gitti. Kanlı Danıştay provokasyonunu mercek altına aldı. Cumhuriyet tarihinin tanık olmadığı ilkler yaşandı. İlk kez bir generalin kapısı çalındı. Dünün Türkiye’sinde Meclis’te Susurluk Komisyonu’nun Veli Küçük’ü bilgisine başvurulmak üzere çağırmayı aklından geçirmesi bile kriz olmuştu. ‘Kapısının önünden geçmeye korkar’ denen polisin Küçük’ü bir gece gözaltına alması, bir şeylerin değişmekte olduğunun işaretiydi. Dokunulmazlara dokunulacaktı. Arkası geldi. Ergenekon davası dalga dalga gelişti. Yargı sürecini hazmetmek zordu. Dün olmayanlar, hiç akla gelmeyenler oluyordu. Rütbesine, makamına bakılmaksızın suça bulaşanlar hesaba çekiliyordu.
Bütün demokrasilerde en ağır suç darbedir. Cezası idamdır. Çağdaş dünya en sert ve acımasız biçimde ‘demokratik sistemin celladı’ darbecileriyle hesaplaşmayı başardı. Komşumuz Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın lideri cezaevinde öldüğünde 85 yaşındaydı. Ergenekon davası darbelerin, muhtıraların yorduğu, örselediği, provokasyonların vurduğu demokrasisi yaralı bir ülkenin çığlığıdır, vicdanıdır. Ergenekon, bir iki gizli tanığa veya birkaç sanığa bakarak anlaşılamaz. Fotoğrafın bütününü görmek lazım. Susurluk gibi karanlık yapılara da buradan ulaşılır. Ortaya çıkan, buzdağının görünen yüzüdür sadece. Vaktiyle sürülmüş bu topraklardan ‘derin yapılar’ fışkırır. Kazdıkça cephanelik çıkması boşuna değil. Boru değil onlar, silah. Bu ülkede çok canlar yandı. Dünün darbe geleneğini olağan durum vazifesi olarak tekrarlayan Veli Küçük’ün, Şener Eruygur’un, İlker Başbuğ’un Ergenekon kararlarını kabullenmesi güç. Çünkü onlar dünün normal karşılanan ve kendilerinden bekleneni yaptı.
Askerî darbeleri sistemin doğal parçası olarak görenlerin Ergenekon kararlarını anlaması kolay değil. Eski hal muhal artık. Darbe, muhtıra, provokasyon sadece kâğıt üzerinde değil, gerçekten suç. Ve cezası da çok ağır; ömür boyu hapis. Ergenekon kararları yeni Türkiye’yi tescilledi. Darbe dönemleri bir daha geri dönmemek üzere kapandı. Eskide kalan, yeni halin farkına varmayan siyasi hareketler Türkiye’nin geleceğinde yok. Türkiye, efsanede olduğu gibi Ergenekon’dan çıkmayı başardı. Önü açık...