Malumunuz dünyevi olan meselelerimiz bitmek bilmiyor.

“Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” diyen şarkı gibi hayatın akışı bizi sürüklüyor, sürüklüyor bir yerlere lakin gerçek olan bir hadise var ki yüzümüz gülmüyor. İçimiz kupkuru…

Geçmişi zaman zaman yâd etmek iyidir, bazı telmihler bizi yeniler, düşündürür ve değerli yolculuklara çıkarır. Geliniz divan edebiyatının kimi yıldız isimleriyle güzel bir yolculuğa çıkalım.

Nezaket ne güzel bir yetidir.

Nazik olmak ne kadar zor bir hâldir. Bizim sırtımızı verdiğimiz kültür ve medeniyet yüzyılları aşıp bize neler sunmadı, neler anlatmadı, neler fısıldamadı… İki cihanın biricik ederi olan zarafet ve nezaket ne kadar pahalıdır bu günlerde ve ne kadar az bulunur! Nezaket, Şair Nedim’in şiirinde nazif bir gergef gibi işlendi.

“Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bal olmuş sana”

Şeyh Galib’i gelip bulan düşünceler ise bir başka iklimin terennümleri idi ve zamanları aşıp gelerek ona sıra dışı ezgiler duyuruyordu. Bu ince duygulu divan şairi asra damgasını vururken bin pişmanlık duyduğu darıdünyayı şu şekilde anlatmış:

“Budur dâd ü sitâd-i dehrden sûd ü ziyan ancak

Hezârân arzudan bir peşîmân olduğum kaldı”

(Dünya alışverişinden kâr ve zarar ancak şudur: Binlerce arzudan bana kalan tek şey sadece pişmanlıktır.)

15. yüzyılın önemli divan şairlerinden olan Şair Necati Bey ise bambaşka bir dilin ve üslubun temsilcisidir. Fatih devrinin en prestijli şairlerinden birisi olan Necati Bey’in binleri bulan gazelleri bizlere hâlâ neler anlatır dersiniz:

“Lâle-hadler yine gülşende neler itmedüler

Servi-i yürütmediler gonceyi söyletmediler

Taşradan geldi çemen mülküne bigâne deyü

Devr-i gül sohbetine laleyi iletmediler

Ey Necati! Yürü sabr eyle elinden ne gelir

Hublar cevr ü cefayı kime öğretmediler”

Edebiyatımız Bâki gibi bir şairle zirveye otururken kültür ve medeniyetimiz de o zirveyi kucaklıyordu. Efkâr-ı umumiye onun şiirlerini unutsa da bir esinti, bir telmih bizi alır götürür uzun upuzun zamanların ötesine…

“Bâki çemende hayli perişan imiş varak

Benzer ki bir şikâyeti var rüzgârdan”

Ve edebiyatımızın ilk kadın şairlerinden olan Amasyalı Zeynep Hatun 15. yüzyılda kimilerine göre devrin padişahı Fatih Sultan Mehmet Han’a yazıldığı söylenen şu beyitleri tarihe düşürmüştür:

Şehâ bu sûreti zîbâ sana Hakk’tan inâyettir

Sanasın sûre- i Yûsuf cemâlinden bir âyettir

Senin hüsnün benim aşkım, senin cevrin benim sabrım

Demâdem artar eksilmez tükenmez bî-nihâyettir.”

(Ey Şah, Padişah, bu süslenmiş, bu görünüş, sana Allah’tan gelmiş bir hediyedir. Öyle ki senin güzelliğin Yusuf suresinin bir âyeti sanılacak kadar güzelsin. Senin güzelliğin arttıkça benim aşkım, senin cefa edişin, arttıkça benim sabrım artar, eksilmez.)

Ve Mihri, Mihri Can veya Mihri Hatun… Zaman yine 15. yüzyılı göstermektedir. Bu kez Gülbahar Sultan’ın kendisini Amasya’ya gönderen Fatih Sultan Mehmed’e olan sitemlerini Mihri Hatun alır sahiplenir ve şu dizelere döker, şiirleştirir:

“Olmasın ağyâr ile yâri İlâhi kimsenin

Artmasın günden güne dert ile âhı kimsenin

Hüsn eline şâh olalıdan yakar dil şehrini

Böyle zalim olmasın hiç padişâhı kimsenin

Evet… Zaman akıyor. Ömür tükeniyor. Hayat dediğimiz bir an. İşte nice yüzyılları çok geride bırakan bu duygular yerli yerinde de bu satırları söyleyenler yok… Şairin deyişiyle:

 ”Gidenlerin her biri memnun ki yerinden

Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden…”

Öyleyse;

Haddeden geçmiş nezaket dışında elimizde kalan ne?