80’li yıllarda liseye giderken okul harçlığımı çıkarmak için garajda dinlenme tesislerinde garsonluk yapar,

Boş vakitlerimde de elimde tarama uçlu kalem, önümde çini mürekkep, ha bire karikatür çizerdim.

Çizdiğim karikatürleri o dönemin en popüler mizah dergileri olan Gırgır’a, Çarşaf’a yollar, yayımlanan karikatürlerim için de hatırı sayılır bir telif ücreti alırdım.

İlaç gibi gelirdi o para…

O yıllar zor yıllar…

Bir yandan elektrik kesintileri, sigara kuyrukları, yokluk zamanları…

Diğer yandan sağ-sol kavgaları, kurtarılmış mahalleler, dökülen kardeş kanları…

Her yerde şiddet, her yerde karamsarlık hâkimdi…

Siyah ve beyazdan ibaret bir dünyadaydım sanki…

Gırgır, sapsarı rengiyle hayatımdaki belki de tek renkti…

Sokaklarda ne kadar nefret varsa benim için Gırgır’ın sayfalarında o kadar neşe vardı.

Gençlerin faşist, komünist, anarşist diye kamplara ayrılıp sokaklarda seslerini duyurmaya çalıştığı o zor yıllarda, ben de karikatür çizerek sesimi duyurmaya çalışıyordum.

Etrafımdaki olayları, dünyadaki gelişmeleri çizgilerimle yorumluyordum.

Hiç unutmam, Birinci Körfez Savaşı’nın başladığı ilk günlerdi…

Elinde benzin pompasıyla Saddam’ın bir karikatürünü çizmiştim.

Silaha benzettiğim benzin pompasından petrol yerine kurşunlar çıkartıyordum.

Doğru kullanılmayan zenginliğin nasıl ölümcül bir silaha dönüşebileceğini anlatmaya çalışmıştım kendimce…

Savaşı böyle görmüştüm.

Yani bir meselem vardı.

Yaşanan olaylara duyarsız kalmıyor, okumaya, öğrenmeye, anlamaya çalışıyordum.

Duygularımı “çizerek” gösteriyordum.

Tıpkı şimdi “yazarak” gösterdiğim gibi…

Bugünün yeni yetişen gençleriyle sohbet ediyorum her fırsatta…

Üzülerek söylüyorum…

Birçoğunun ülke meseleleri hakkında bir görüşü dahi yok.

Tek dertleri saçları, kıyafetleri, görünümleri…

Dünyadaki gelişmeleri bilmiyorlar, öğrenmek de istemiyorlar.

Ne de olsa ellerinde akıllı telefonları var.

Telefonlarını kontrol ettikleri gibi hayatlarını da kontrol edebileceklerini sanıyorlar.

Gençlerimizin geleneksele değer vermesini, doğru yolda yürümesini, kıymet bilen bir nesil olmasını isterim...

Şehrin, ülkenin, dünyanın sorunlarına karşı söyleyecekleri birkaç cümleleri olsun isterim.

Siyasetle ilgilenmelerini, “Gençliğin sorunlarını ben dile getiririm” diye düşünüp çözüm aramalarını isterim.

Oysa ne böyle bir talepleri ne de böyle bir gayretleri var…

Hatta şöyle diyeyim; kendi sorunlarının ne olduğunu bile bildiklerinden emin değilim.

Kimseye akıl verecek değilim.

Hayat zaten zamanla sert de olsa öğretecek her şeyi insana…

Ama öğrenirken yaşananlardan ders çıkarmak, o dersi paylaşmak önemli…

Muhtemelen benim şimdi yaptığım gibi otuz yıl sonra da aynı şeyleri onlar yazacaklar, söyleyecekler o dönemin gençlerine…

En güzel yıllarının boşa gitmemesi için -çok kitap okumalarını, düşünmelerini, yazıp, çizmelerini- isteyecekler gençlerden…

Ve bir yazarın şu satırlarında bulacaklar kendilerini:

Yaşadıkça düzelmiyor hayat.

Tıpkı yaşlanmakla büyünmediği gibi…”