Gittik gördük, yazıp çizerek sizlerle paylaşıyoruz İngiltere anılarımızı.
Aslına bakarsanız o kadar abartılı bir fark yok aramızda. 
Bizim onlara karşı üstün olduğumuz yönlerimiz var, onların bize karşı üstün oldukları yönleri.
Konakladığımız kentin sahil bölgesi olmasını dikkate alarak bizim Körfezle bir mini kıyaslama yapalım örneğin.
Bizler denizi doldurup bina yapma becerisini gösterebilirken, zeytinlik alanları imara açma hünerini sergilerken, onların böyle meziyete veya düşünceye sahip olamadıklarını gördük. 
Sahiller henüz keşfedilmemiş! 
Bina, AVM yapılacak öyle çok boş alanlar var ki, iştah kabartıyor!
Bu noktada bizden çok eksiklikleri, almaları gereken çok ders var.
Bizim almamız gereken ders yok mu?
Elbette var.
Mesela bizim meslekten bahsedelim.
İngilteredeki gazetelerin tamamı tabloid. 
Renklilik yönüyle bizdekilere benziyor. 
Sayfa sayıları bizdekilerin 3-4 katı. Bol resimli, bol içerikli. Fiyatları 40 ila 60 pens arasında. Bizim parayla ortalama 1.5 lira.
BİZDEKİ GAZETELER SUDAN 
UCUZ, AMA OKUYUCUSU YOK!
“Biz herkes gazete okusun” diye bas bas bağırıyoruz ya, sesimiz ta İngiltere’ye ulaşmış olacak ki, bu ülkede herkes gazete okuyor. 
Kentin belli noktalarında satış yerleri var ve çok orijinal, estetik.
Kısacası her eve ekmeğin girmediği,  gazetenin ihtiyaç hissedildiği bir ülke. 
Ülkemde ise, “ah şu gazeteler olmasa” denilen, gereksiz görülen,  yandaş, candaş, yalaka yakıştırmalarının yapıldığı ortam var.
Darısı bizim ülkenin, kentin başına dileğinde bulunarak Londra’da gördüklerimizi aktaralım bugün..
Victoria otobüs istasyonunda inip ilk adımımızı attığımız Londra’da ilk karşılaştığımız tablo bizi ürküttü! Nedeni de, kentin göbeğindeki otobüs terminalinin çıkışında karşılaştığımız çok sayıda zencinin kimseyi umursamaz tavır ve hareketleriydi. “Burası mı Londra” diye sorduk Birol kardeşimle birbirimize. Kısa süre sonra bizi karşılamaya gelen Yusuf Kulaksız dostumuzun verdiği mini bilgi, farklı bir ülkeye, kente geldiğimizin ilk sinyali gibiydi. 
Neresinden bakarsanız bakın tam anlamıyla bir kültür, tarih ve sanat şehri. İngiliz kraliyet ailesine ev sahipliği yapan Londra, kraliyet hazinelerinin sergilendiği müzeler, saraylar, galeriler, park, tiyatro salonları ve modern mimari yapıları, bir çok ünlü, politikacının ve Mustafa Kemal’in mumya heykellerinin bulunduğu, Madame Tussaud Müzesi, Greenwich Meridyeni ve yaşam tarzları ile Avrupa'nın kozmopolit başkentlerinden biri görünümünde..
HER YAPI AYRI BİR GÜZEL, 
AYRI BİR TARİH KORUYOR..
Londra caddelerindeki ilk intibamız; binaların güzelliği oluyor… Hemen her bina ayrı bir güzellik taşıyor. Hepsine ayrı değer verildiği çok açık.
Kırmızı tuğlalardan yapılan ve en yenisi elli yaşında olan binaların şehir kimliğine kattıkları değeri takdir etmemek mümkün değil…
Londra’nın belli başlı tarihi eserlerini görünce, bizim çok övündüğümüz tarihi eserlerin bazen basit kaçabileceğine inanmaya başlıyoruz. Özellikle Parlamento Binası, Buckingham Sarayı, Tower Köprüsü, British Müzesi, Kensington Sarayı’nın ve kiliselerin mimarisinden etkilenmemek elde değil… 
Londra sokaklarındaki tarihi eserlerin dışında yaşanan, ticaret yapılan binaların yapımına da ayrıca önem verilmiş… 
Her binanın her sokağın ve her bölgenin ayrı bir kimliği ve kişiliği var.
Londra “marka bir şehir” ve bu yüzden de konut kiraları çok yüksek… İki odalı evlerin kirasının ortalama 3 bin TL olduğu düşünülürse; geniş bir ailenin Londra’da yaşaması için bir hayli yüksek gelirinin olması gerekiyor.
Londra’da özen gösterilen binalar sadece merkezde değil İngilizlerin yaşadığı her mahallede bulunuyor. 
Her İngiliz evinin önünde otopark, arkasında mutlaka yeşil alan bulunuyor. 
Sokakta her şey planlı, her şey estetik…
“Hiç çocuk parkı görünmüyor, tek eksiklikleri bu” diye düşünürken hemen sokağın başında yüzlerce ağacın içine gizlenmiş 20 bin metrekarelik ücretsiz çocuk parkını görünce, “Bu kadar olur…” diyoruz.
Londra’nın kötü olan mahalleleri ise azınlıkların yaşadığı bölgelerden oluşuyor. Gerek mimari gerekse sosyal yaşamıyla kötü görünümlü mahalleleri, İngilizlerin bilinçli olarak mı düzeltmediği; yoksa azınlıkların bu mahalleleri bu şekilde mi hak ettiklerini çözemedik.
Londra’yı gezerken ortalama her Türk aynı çıkarımı yapıyor: 
Türkiye’deki tüm yerel yöneticileri Londra’ya getirip, sadece gezdirmek…” 
Türkiye’de özel mülkiyetlerin basitliğini ekonomik nedenlerle bir nebze açıklarsak; kamu binalarının çirkinliğini nasıl açıklayacağız?
En azından camilerimizin daha güzel daha estetik olmasını beklemek hakkımız; zira İngiltere’nin küçük şehirlerindeki kiliselerin mimarisindeki özeni görünce; bir yerlerde yanlışlık olduğuna kanaat getiriyorsunuz.
BİZİMLE ONLARA 
ARASINDAKİ MİNİK FARK!
Türkiye’nin şehircilik ve yeşillik örtüsü adına Londra’dan öğreneceği o kadar çok şey var ki, bunlar saymakla bitmez…  
“Tarihi binaları, binlerce kilometrelik metroları, düzenli caddeleri yapmak zor ama bir ağaç dikmek de mi bizim için imkânsızdı?” diye düşünüyor insan.
Zira, Londra’nın metropol olması, kalabalık olması hiç dert değil; yeşillikten hiçbir şekilde taviz verilmemiş…
Devam edeceğiz gözlemlerimizi paylaşmaya, ama biz ne yazsak, ne söylesek nafile aslında. Gidip görülmesi, solunup yaşanması gerekiyor oradaki havanın. Herkesten önce de kentlerin kaderi iki dudaklarının arasında bulunan belediyecilerin gidip görmesi gerekiyor oradaki yaşamı, düzeni, nizam intizamı.. 
28 AĞUSTOS 2103