19. yüzyıl ortalarından bu yana, özelde Türklerin (Tanzimat’tan itibaren) ve genelde de diğer tüm Müslüman toplumların geri kalmışlıkları üzerine yapılan çalışmalarda ve yorumlarda, Japonya ile ilgili kıyaslamalar dikkat çeker. Ancak, her iki tarafın şartları ve doğal dinamikleri değerlendirilirken, bir hayli önemli bazı ayrıntıların geri planda kaldığı görülür. Bu yazıda, işte o geri planda kalan hususlara dikkat çekilmektedir.
Konuya girmeden önce, Türkiye’deki batılılaşma çabaları ile ilgili birkaç küçük hatırlatma yapmak yararlı olabilir. Gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet dönemlerindeki Batılılaşma çabaları konusunda çalışanlar, genelde şu üç farklı yaklaşımdan söz ederler (ki bu, diğer Müslüman toplumlarda da aşağı-yukarı aynıdır):
a)      Batı medeniyeti bir Hıristiyan medeniyetidir, o nedenle bize uygun değildir; İslamiyet’te ilerleme için lazım gelen her şey vardır, eğer biz dinimize sıkıca sarılabilirsek, her şeyin üstesinden gelebiliriz, kimsenin aklına ihtiyacımız yoktur!
b)      Bizim de derhal Avrupalılar gibi olmamız gerekiyor; onun için, bir an önce kendimizi din taassubundan kurtarmamız (hatta bazılarına göre dinimizi değiştirmemiz) ve Avrupai yaşama ayak uydurmamız lazım!
c)      Batılıların sadece ilmini ve tekniğini almalı, ama (mesela Japonların yaptıkları gibi), başta inançlarımız olmak üzere, tüm milli değerlerimizi ve kültürümüzü korumalıyız!
Bu görüşler içinde en fazla taraftar bulan ise sonuncusudur. Ne var ki, aradan geçen yaklaşık iki asra rağmen, herhangi bir İslam ülkesinde beklenen ilerleme sağlanamadığı gibi, günümüzün hakim medeniyeti ile olan mesafe daha da açılmakta ve Müslümanların Batılılara olan bağımlılıkları her geçen gün artmaya devam etmektedir.
Günümüz sosyal bilimcileri, Japonların 19. yüzyıl sonlarında farkına varabildikleri Batılı ülkeler karşısındaki geri kalmışlığını, yaklaşık 230 yıl süren Tokugawa Shogunluğu (Tokugawa Shogunate) döneminde (1603-1868 arası), ülkenin yönetim tarafından tamamen dışa kapatılmış (Dünyadan izole edilmiş) olmasına bağlarlar. Bu dönemde Japonya’da Kilisenin misyonerlik faaliyetleri de yasaklanmış ve ülkedeki Hıristiyanlara karşı ağır baskılar uygulanmıştır. O kadar ki, bu baskılara dayanamayan Hıristiyanlar, 1637 yılında Shimabara’da büyük bir isyan başlatmışlar; ancak, bu isyan son derece kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Çinliler ve Hollandalılardan başka, hiçbir yabancıya ülkeye giriş izninin verilmediği bu dönem, 1868 yılına (İmparator Meiji Dönemi’ne) kadar devam etmiştir.
Meiji Dönemi’nde, bir taraftan ülke dışa açılırken, diğer taraftan da, Şintoizm, “resmi din” olarak ilan ediliyordu. İmparator’un “Tanrı” olarak görüldüğü ve Japonların Şinto tapınaklarında ibadet etmelerinin bir zorunluluk olduğu bu dönem, 1946 yılına kadar, yaklaşık 80 yıl sürmüştür.
Ülkenin, İmparator Meiji tarafından dışa açılması ile, gelişmenin önündeki en büyük engel kaldırılmış ve sorunun büyük bir kısmı çözülmüştür. Japonlar, dışarıya kapalı oldukları dönemde edindikleri sosyal ve kültürel değerleri ise, “avantaj” olarak kullanmayı başararak, gelişme yolunda, ilginç ve çok özel bir örnek ortaya koymuşlardır.
Bu değerlerin en önemlisi, Japon toplumunun sosyal ve kültürel bakımdan sahip olduğu fevkalade homojenliktir. Bu hususta, Şinto inancının rolünü de iyi görmek gerekiyor. Japonların tarihi ulusal inanç sistemi olan Şintoizm, 5. ve 6. yüzyıllardan itibaren, dışarıdan gelen Konfüçyüsçülük ve Budizm’den belli bir ölçüde etkilenmiş ve günümüzdeki halini almıştır.
Konfüçyüsçülük ve Budizm’in Çin yorumlarında, daha çok “bireylerin aile içi ve ailenin çevresi ile olan ilişkileri” önemli ve öncelikliyken; Japon yorumunda ise (yine ailenin önemi korunmakla birlikte), “bireyin, devlete, millete ve Tanrı’ya karşı ödevleri” çok daha önde ve önemlidir. Japon toplumunun böylesine homojen yapıya sahip olmasının temelinde, işte bu yorumun olduğu kabul edilmektedir.
Japonlar, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Batılı ülkelerle kurmaya başladıkları ilişkilerde, gerek inançları ve gerekse sosyal ve kültürel yapıları bağlamında, kayda değer bir zihniyet ve metodoloji sorunu yaşamadıkları için, aynı dönemlerde, Müslümanların yaşadıkları zihniyet uyuşmazlığı gibi zorluklarla karşılaşmadılar.
20. yüzyılın ikinci yarısına kadar, bir asrı aşkın süre boyunca, Batılı ülkelerin bilimini ve teknolojisini ancak takip (ve taklit) edebilen Japonlar, zaman içinde, tamamen kendilerine mahsus (orijinal) bilimsel ve teknolojik buluşlar yapmaya başlamışlardır. Nitekim, II. Dünya Savaşı sırasında, Hawaii-Oahu’daki Pearl Harbour’a (07.12.1941) gerçekleştirdikleri baskın incelendiğinde, bu operasyonun, tamamen Japon aklı ve emeğinin bir ürünü olduğu görülür.
Sadece Pearl Harbour’da değil, tüm savaş süresince Amerikan donanmasına göz açtırmayan uçaklar, Batı bilim ve teknolojisinin verilerini büyük bir başarı ile kullanan ve geliştiren Japonların kendi üretimleridir. Ayrıca, o uçakları kullanan pilotların da, Batılı ülke pilotlarından hayli farklı ve tamamen kendilerine mahsus fevkalade üstün niteliklere sahip oldukları açıktır.
Japonlar neredeyse, sadece ülkelerini dışarıya açmak sureti ile (inanç ve kültür dahil), kendi geleneksel yaşamlarını fazla değiştirmeden (1946’da Müttefiklerin baskısı ile, Şintoizm, devletin resmi dini olmaktan çıkarılmıştır), Batılı ülkelerle her alanda rekabet edebilecek bir güce erişmenin yolunu bulabilmişlerdir.
Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı ve genel bir ifade ile “İslam Ülkeleri” olarak adlandırılan, Müslüman toplumların yaşadıkları ülkeler ise, Avrupa’nın burnunun dibinde oldukları ve hiçbir zaman Japonya gibi dışa kapalı dönem yaşamadıkları halde, Batılı ülkeler karşısında, bugün, 19. yüzyıl döneminde olduklarından çok daha geri konumdadırlar.
Yaşamdaki her şeyin dinle başlayıp dinle bittiğine inanılan bir din anlayışına sahip bulunan Müslümanlar (kendi aralarındaki kısır çatışmalar dışında), aklı hiçbir alanda kullan(a)mamaktadırlar. Dini sahada bin yıl önceki içtihatları ve yorumları aşamayan Müslümanların, yüzyıllardır, felsefe, bilim, teknoloji ve sanat alanlarında da kayda değer (orijinal) üretimleri olmamıştır.
Gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse Hadislerde akla yapılan vurgu, neredeyse başka hiçbir konuya yapılmamıştır! Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın varlığı, birliği ve Hz. Muhammed’in Peygamberliğine dair ayetlerden sonra, en çok akıl üzerinde durulmaktayken, aklı reddeden günümüz Müslümanları hala, İmam-ı Gazali’nin (1058-1111), “nakli esas alan” görüşlerine daha çok itibar etmektedirler!
Bağdat’ta yaşayan Gazali’nin, tamamen, o dönemde İslam dini ile ilgili olarak yaygınlaşan bazı itikadi sorunlara karşı ileri sürdüğü görüşlere bağlı kalan günümüz Müslümanları, rekabet halinde oldukları toplumlara karşı uygarlık mücadelesini ağır bir şekilde kaybederken; Gazali’nin vefatından 15 yıl sonra, Endülüs’te (Kurtuba’da) doğan İbn-i Rüşd’ün (1126-1198) rasyonel diyalektiğe dayalı anlayışını benimseyen Avrupalılar ise, sadece Kilise’nin tahakkümünden kurtulmayı başarmadılar, bugün tüm dünyayı etkisi altına almış bulunan küresel uygarlığın da sahibi oldular.
8. ve 12. yüzyıllar arasındaki “İslam Aydınlanması” döneminde yaşayan İslam alimleri tarafından (tamamen o günün şartları ve ihtiyaçlarına göre), yapılan içtihatlar, hala, adeta ayet ve muhkem hadis derecesinde “mutlak ve tartışılamaz” olarak algılanıyor, öyle takdim ediliyor! Halbuki, son yıllarda, İslam hukuku ve şeriat konularında araştırma yapan ilahiyatçı bazı akademisyenler, o dönemde, kıyas ve icma (yani akıl) yöntemleri kullanılarak yapılan içtihat ve yorumlarla getirilen ve bugün “şeriat” adı altında takdim edilen hükümlerin, “ayet” ve “muhkem hadislerle” temellendirilmesi oranının, fevkalade düşük olduğunu göstermişlerdir. Nitekim, halihazırda şeriat adı ile bilinen hükümlerin ayet ve muhkem hadislerle temellendirilme oranının, ancak %1 ila %10 arasında olduğu ifade edilebilmektedir.
Bu durum şunu gösteriyor: %90’dan büyük bölümü kendi çağının şartlarına göre, ayet ve hadislerden çok, kıyas ve icma ile yapılan içtihatlardan oluşan İslam şeriati hükümlerinin, günümüz şartlarına uygun olarak yeniden yorumlanması ve yeni içtihatların yapılması gerekiyor! Eğer Müslümanlar, “Bugün, bin yıl öncesindekiler düzeyinde ilim adamlarına sahip değiliz. O nedenle yeni içtihatların yapılması mümkün değil!” diyorlarsa, zaten o zaman konuşacak hiçbir şey kalmıyor!..
O zaman,“dinde reform olmaz” yaklaşımını, olması gereken çerçevenin dışına çıkarıp genelleştirerek, yeni içtihatların önünü kapatmanın ve Müslümanları bin yıl öncesindeki hükümlere mahkum etmenin ne derece “doğru” bir yaklaşım olduğunu sormak gerekiyor…
Evvel emirde, büyük bölümü itikat ve ibadetlerle alakalı olan, ayet ve muhkem hadislerde yer alan ve “hiçbir yorum gerektirmeyecek” derecedeki açık olan dini hükümler ile, kahir ekseriyeti “insanlar, tüzel kişilikler (dernek, vakıf, şirket vs. gibi) ve devletler arasındaki muamelata” dair olan içtihatların birbirinden ayrılması gerekiyor. İtikad ve ibadetle ilgili hususlardaki hükümlerin orijinalitesi korunurken, %90’dan fazlası içtihatlara dayanan muamelata dair hükümler üzerinde, “gerekli” ve “elzem” olan yenileme çalışmalarının (dolayısı ile de aklı kullanmanın) önünü açmak için, Müslümanlar arasında bir entelektüel mutabakatın (yani icma’nın) sağlanması gerekiyor.
Böyle bir mutabakat sağlanamadığında, günümüz Müslümanlarının, her gün bir yenisi insanların hayatına giren televizyon, internet, cep telefonları vb. gibi batı uygarlığına ait ürünler ile bunların kullanımından kaynaklanan etkilere karşı durmaları mümkün olmayacak! İslam dini adına ahkam kesenler de, yüzyıllardır sürdürdükleri (ve tüm Müslüman toplumların, hemen her alanda, muarızları karşısında ağır kayıplara uğramalarına neden olan) mevcut tutumlarını ve kafa yapılarını bir an önce değiştirmeli ve aklın önündeki engelleri kaldırmalıdırlar.
Kısaca söylemek gerekirse, akıllarını kullanmanın bir yolunu bulamadıkları sürece; Müslümanlar için, Batı karşısında bırakalım “alternatif” bir medeniyet ortaya koymayı, varlıklarını sürdürme imkanı dahi kalmayacak… Çünkü, yüzyıllardır, bu imkanın giderek azalmakta olduğu bugüne kadar görülebilmiş değil!..