Sıkıntılı ve zor günlerden geçiyoruz...

Bu aralar hiçbirimiz iyi değiliz ve her geçen gün korkularımız, endişelerimiz ve paniğimiz artıyor. Korona hepimizi kolumuzdan tutup evlerimize itti ve şimdi bu zorunlu tecrit günlerinde her birimiz binbir çeşit hikâyenin içinde kendi kaderimizi yaşıyoruz. 

“Su insanı boğar, ateş yakarmış
Her geçen günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış!”

Cahit Sıtkı Tarancı, “Otuz Beş Yaş” şiirinde böyle söylese de yediden yetmişe bu duyguları yaşayan bir çağın insanlarıyız her birimiz ve hep birlikte darbeleri, savaşları, kitleler hâlinde yerinden yurdundan edilen mazlum insanları, açlık ve sefalete terk edilen kimsesizleri, şiddetli depremleri gâh televizyon ekranlarında görerek, gâh bizzat yaşayarak tecrübe ettik…

Şimdi de koronavirüs günlerindeyiz!

Bu öyle bir bela ki bütün insanlığı önüne katmış götürüyor zira en çok yaşlılar etkilense de en çok onlar korksa da gerçekte bu ifritten beladan etkilenmeyecek hiç kimse yok gibi…

En çok yaşlılarımızın, büyüklerimizin hâline içim acıyor zira ömürlerinin bu son demlerini korku ve endişe içinde geçirmeleri, evlere kapanmak zorunda olmaları ve hattamecbur kalmaları gerçekten de hüzün verici…

Sürekli altını çizdiğim “apartman katları” meselesi… Bunca yaşlımızı apartman katlarına mahkûm etmişiz ve şimdi de bir avuç oksijen almaları bile yasak! Bir odadan diğer odaya zorunlu ev hapsine mahkûm oldular! Modernite, önce insanları yerinden yurdundan edip apartmanlara mahkûm etti sonra da bu mahkûmiyeti müebbete çevirdi…

Önceki gün sokak ve parklardaki banklarda oturan yaşlılarımız evlerine gitmeleri için uyarılırken bazılarının öfkelenip arıza çıkarmalarını ibretle izledim… Bugünleri göremeyip bütün insanlarımızı şehirlerin kucağına iten sistemin çarkları yeni baştan zihnimden geçip giderken başka başka fotoğraflara takıldım…
Koronavirüs gelirken beraberinde birçok dert de getirmiş!

Günlerdir üzüntüden migren atakları içindeyim zira aklımda evine ekmek götüremeyen insanlar, bu sıkıntılı zamanlardaki çaresizlikleri, yokluklar, çoluk çocuklarının perişanlığı var… Bu insanlar şimdi ne olacak?

Aslında Kızılay, AFAD vs. gibi yardım kuruluşları ülke sathındaki bütün mahalle muhtarlarıyla görüşüp, yardıma muhtaç ailelerle temas kurup en azından yiyecek, içecek meselesini halletmelidir.  Olmazsa, bir yardım kampanyası düzenlenmelidir zira gerçekten de yediğimiz içtiğimiz boğazımıza diziliyor! İnsanımızı bu zor zamanlarda evlerinde açlık ve çaresizlikle baş başa bırakmamalıyız…

Bu insanların evlerinin kiraları da bu bela defedilinceye kadar yine bu kuruluşlarca ödenmelidir… Yedi kat yabancıya yıllardır tonlarca para harcandı, şimdi de kendi insanımızın ihtiyacı söz konusudur…

Korona günlerinde insanımızın bütün maddi sıkıntıları devlet tarafından giderilirse en azından insanların huzur içinde evlerinde kalmaları temin edilir aksi hâlde başka sosyal sıkıntılar baş gösterebilir…

Bugünlerde televizyon ve gazete haberlerinde bu meseleden başka hiçbir haber göremiyoruz. Sağlık ve sıhhatin ne kadar hayati bir mesele olduğunu yeni baştan hatırlıyoruz. "Muhibbi" mahlasıyla yaklaşık olarak üç bin gazele imza atan Kanuni Sultan Süleyman, bütün zamanlara ne kadar da güzel bir söylem bırakmış:

“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat didükleri ancak bir cihân gavgaasidur
Olmaya baht u saâdet âlem-i vahdet gibi
Ger huzûr itmek dilesen ey Muhibbî fârig ol
Var mıdur vahdet makaamı gûse-i uzlet gibi”

Bu korona günlerinde biraz da tefekkür etmek gereklidir zira başımıza gelen bunca musibetin arkasında gizli olan sebepler hakkında fikretmemiz, Allah’a münacatta bulunmamız icap eder.

Bu felakette hepimizin parmağı var zira unutmayınız…