Yaşımızın yarım asrı devirdiği sekiz-on yıl öncesine kadar köye (Yenikavak) her gittiğimde, doğup büyüdüğüm evin bahçesine çıkar, oradan, yıllar önce ekip biçtiğimiz, sebze yetiştirdiğimiz, oldukça yetişkin beş-altı kavağın adeta bekçilik eder gibi başında beklediği, evimizin önündeki havuzdan suladığımız, ama artık işlenmeyen, ekilmeyen bahçemize doğru yönelir, öylece bakardım. Eski hatıralar canlanırdı tabi gözümde. Çocukluğum… Ah çocukluğum!... O kitabın sayfalarını okumaya bir başlasam, günlerce, aylarca bitmeyecek bir deryada kaybolup giderim. Biliyorum… Bahçemize, bahçenin üzerinden de karşıya doğru Kocatepe'ye, Çardaklı ’ya doğru bakar dururdum uzun süre. Karşı dağlarla aramızda, çocukken balık tuttuğumuz, yemyeşil oldukça geniş ve derin bir vadinin tabanından aşağı doğru akıp giden bir dere. Orada, nedense bahçeye ve karşıya doğru baktığımda çocukluğum aklıma gelir, içimde bir şeyler olur, boğazımda bir şeyler düğümlenirdi. Doyasıya ağlamak gelirdi içimden. Ben böylece bakadururken ufka doğru, gözümden üç beş damla yaş kendiliğinden, yıllardır ekilmeyen bahçemizin toprağına karışır giderdi her defasında. Neydi bu duygu, neyi hatırlardım, neyi düşünürdüm doğrusu bilmiyordum. Ama içimi burkan, içimi ezen sebebi meçhul bir acıydı o anda gelip içime çöreklenen…


        Aynı temaşa ve gezintilerime daha sık olmak üzere halen devam ediyorum. Bazen köyü, köyün yakın çevresindeki mekânları bahçeleri, koruları, ormanları, dereleri geziyorum. Bu gezintiler esnasında eskimiş, köhnemiş, kısmen ya da tamamen yıkılmış evler, binalar çeşitli yapılar görüyorum. Bu, bazen içinde nesiller boyu nice insanların doğup büyüdüğü, nice köyce acıların, sevinçlerin, hüzünlerin, tedirginliklerin ve tasaların yaşandığı geniş ailelerin barındığı yarı çökmüş, büyük tarihi bir ev olabiliyor, bazen de iki göz odadan ibaret çatısı göçmüş, kiremitleri harap, pencerelerinin çerçeveleri bile çürümüş duvarlarından neredeyse inleme sesleri gelen garip küçük bir ev… Havluları kalmamış, bahçesi bakılmadığından bağ-bahçe olmaktan çıkıp dağ olmuş, ağaçları bakımsız, saçı-sakalı birbirine karışmış evsizlerin kılığına bürünmüş, büyük-küçük çalı, dal ve ağaçların birbirine karıştığı, metruk, mahzun bu kimsesiz evleri gördükçe Ebu’l Bekâ er-Rundi’nin(*), yaklaşık sekiz asır hüküm süren Müslüman Endülüs Emevi Devleti’nin(*) yıkılışı üzerine yazdığı Endülüs Mersiyesindeki şu mısraları hatırlarım daima:
        Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu.
        Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan insanoğlu.
        Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da.
        Yok, hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu.
        Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kârun, hani o dağ?
        Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
        Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
        Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu…


        Ne kadar acı bir şey değil mi? Nice insanların doğup büyüdüğü, oyunlar oynadığı, çalışıp çabaladığı, kim bilir kaç çocuğun gün gün büyüdüğüne, nice büyüklerin gün gün hayat merdivenlerini ağır ağır indiğine şahit olan, bir zamanların şen-şakrak neşeli bahçeleri, hayatları, peykeleri, salonları, evleri şimdi, kimsenin uğramadığı, ayak basmadığı, ölüm sessizliğine bürünmüş tekinsiz ören yerleri gibi… ‘’İşte…’’ diyor insan, ‘’Hayat bu… Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu…’’


        Yine bir-kaç yıl önce bu kez çocuklarımla birlikte, onların hiçbir hatıralarının olmadığı, onlarda çocukluklarına dair hiçbir çağrışım yapmayan bazı yerleri gezdik benim isteğim üzerine.


        Elimizde birer adet yeni aldığımız tek saçma atan havalı tüfekler. Köy mezarlığının doğu tarafındaki korulardan, dereye doğru avlanmak üzere indik. Derenin yanında, çalıştığı zamanları da hatırladığım eski değirmenin yanına vardık. Değirmen harabe halde, ayakta duracak hali kalmamış, duramamış da zaten. Dayanacak hali yok, kaybolmaya yüz tutmuş artık. Her tarafını çalılar ve ağaçlar kaplamış; ne arayanı var ne de soranı. Oysa nice insan o değirmen sayesinde buğdayını öğütmüş, ekmek yemiş yıllarca. Nice nice çuvallarla buğday girmiş un çıkmış.


        Yeni aldığımız tüfeklerle avlanacaktık. Lakin asıl maksadım, çocukluğumuzda balık tutmak için gezindiğimiz dereleri, koruları, ormanları, Hisaralan’a Hıdırellez’e giderken geçtiğimiz, kimi ormanların bazen de tarlaların aralarından geçen toprak yollarda yeniden yürümek, oralarda dolaşmaktı.


        Rastladığımız koyun sürüleri tek sıkıntımızdı bu gezinti esnasında. Tabi sorun olan sürü değil, her bir sürünün yanında bulunan 2-3 çoban köpeğiydi. ‘’Çoban köpekleri, çobana sorarsanız ‘’Geç geç, hiçbir şey yapmaz!‘’ türden hayvanlardır ama, ya köpekler çobanla aynı fikirde değilse diye insan tedirgin oluyor tabi.


        O bölgede dolaşırken bir sürüye rastladık. Üç çoban köpeği dolanıyor etrafta; gidiyor-geliyor; bizim civarımızda niyetleri belirsiz, kimi küçük voltalarla, bazen de koşturmalarla hep çevremizdeler. Elimizde ne sopa var ne de bir değnek; bir tek tüfeklerimiz var. Köpekleri saçma ile vuracak halimiz de yok.


        Benim korkmamam lazım, çünkü çocukluğu köyde geçmiş bir babayım ben. Fakat içimde hep aynı endişe: Ya köpekler benim köyde büyüdüğümü anlayamazlarsa!... Benim hem korkmamam hem de korksam bile belli etmemem lazım. Köyde büyümüş baba köpekten korkarsa, şehirde büyümüş çocuklar ne yapsın? Ne yana nasıl kaçsın? Kaçsınlar mı?


        Bu tedirginlik ve telaş ile köpeklerin bölgesinden paçamızı sıyırdıktan sonra, koruların o tarafa, dere boyundan ana yola doğru, eskiden ‘’dere bahçe’’ olarak kullandığımız bahçelerin içinden, bazen de ana yol üstündeki değirmenin bendine su taşıyan kanalın bir öte yanından, bir bu yanından değirmenin yanına geldik.


        Bizim köyün kullandığı, bu şekilde dört değirmenimiz vardı. Yukarıdan itibaren sayarsak bu ikinci değirmen. Üçüncüsü de, bizim aşağı mahalledeki, köyün ilk camisinin kıble yönünden dereye doğru dik yokuş inilerek ve bir ahşap köprü geçilerek varılan bir değirmendir. Bir de Arçvet Mahallesi'nin(*) kullandığı bir başka su değirmeni vardı. Bu değirmenlerin her birinin bir adı vardı, Şevko’ların, Osmanoğulları'nın, bir de Çiloğulları’nın değirmeni. Değirmenlerin biri de çıkardığı sese izafeten ‘’Takunay Ziskvili’’ şeklinde isimlendirilirdi. (İsimlerde yanlışlık olabilir.)


        Her ailenin, her mahallenin kullandığı kendi değirmeni vardı. Değirmenler her ne kadar belli mahallelere tahsisliymiş gibi olsa da, arada keskin bir ayrılık yoktu. İsteyen, müsait olan bir başka değirmende de buğdayını öğütebilirdi ki öyle kullanılıyordu zaten.


        Mademki yolumuz su değirmenlerine düştü, bilenler bilir de bilmeyenler için su değirmenlerini biraz tanıtmak yerinde olur. En azından bir su değirmeni hangi kısımlardan oluşuyor, bu konuda birkaç cümle kuralım:


        -Su bendine gelen suyu taşıyan, dereye paralel bir kanal, su arkı;
        -Kanaldan gelen suyun biriktirildiği bent, küçük gölet,
        -Bentteki suyu domuzlukta(*) bulunan çarka ileten elli-altmış çapında silindir şeklinde oluk
        -Oluktan suyun tazyikli çıkması için oluğun ucuna takılan, (bizim porya dediğimiz) çok daha dar bir deliği olan boyra(*),
        -Boyra’dan çıkan tazyikli suyun kuvvetle çarptığı büyük çark,
        -Çarkın dönüşünü değirmenin içindeki değirmen taşına ileten kalın, köşeli demir bir mil,
        -Değirmen içinde, alttaki sabit, üstte aynı büyüklükte, oldukça büyük bir değirmen taşı,
        -Dikdörtgen şeklinde, açık olan kısa kenarı taşın ortasındaki deliğe hizalanmış küçük bir hazne,
        -Bu küçük haznenin üstünde, ters koni şeklinde, iki üç çuval buğdayı alacak hacimde büyükçe ve aşağı gelen tepe noktasında, buğdayın alttaki küçük hazneye azar azar dökülmesine izin verecek genişlikte bir açıklığı olan büyükçe ahşap bir hazne,
        -Buğdayın öğütülüp un haline geldikten sonra içinde döküldüğü un havuzu.


        Değirmeni meydana getiren ana unsurlardan böylece bahsettikten bir şeyi daha ekleyelim buna:
        Her değirmenin içinde mutlaka, içinde ateş yakılabilecek bir ocak vardır. Soğuk havalarda, özellikle geceleri ocakta daima ateş yanar. Değirmen, kapı-pencere bakımından pek korunaklı olmadığından ısınma ihtiyacı için ateş sürekli yanar, diri tutulur.


        Her köy çocuğunun mutlaka bu değirmenlerin herhangi birinde gecelediği ya da sabahladığı olmuştur. Ya öğütülmek için sıralanmış çuvallara yaslanıp bir kenarda yatmış veya çuvalların üstünde babasının ceketinin altına bir kedi gibi kıvrılmıştır.


        Değirmende çok gürültü olur. Bu gürültü çok çeşitli seslerin birleşmesinden oluşur. En büyük gürültü değirmen taşına aittir. Domuzluktaki tazyikle akan su sesi gürültüyü oluşturan bir başka sestir. Yine domuzlukta hızla dönen devasa çarkın dönerken çıkardığı ses de oldukça yüksektir. Çeşit çeşit olan bu sesler bir ahenk içindedir ve daima ritmiktir. Bu ritmik gürültü bir ninni gibi gelir ve uyur kalır insan.


        Uykunun en iyi yerinde ya da tam dalarken, uykunuzu zedeleyen, bölen tek şey, çuvalları üzerine yükleyip getirdiğiniz eşeğinizin anırmasıdır. Devasa değirmen taşlarının birbirine sürterken çıkardığı gürültü gök gürültüsünden farksızdır. Değirmenin rutin ritmik gürültüsü uykunuza iyi gelir, fakat eşeğinizin anırması o ahenkli gürültü içinde yabancı bir sestir ve bu sesin uzamamasını, bir an önce kesilmesini dilersiniz için için ki, kaldığınız yerden uykuya devam edebilesiniz…


        Değirmenin içinde sohbet imkânı asla olmaz. Gürültü o kadar fazladır ki, çok yakın mesafeden, çok yüksek sesle bağırarak ve jest-mimik desteği olmadan anlaşmanız mümkün olmaz. Bu yorucu gayrete girmemek için, değirmencilik faaliyeti boyunca insanlar mecbur kalmadıkça, ihtiyaç olmadıkça konuşmazlar. Çünkü konuşmak boşa nefes tüketmektir.


        Değirmen işinde sıranız gündüze denk gelirse işiniz nispeten daha kolaydır. Her şey aydınlıkta, gündüz gözüyle daha kolay olur. Mesela, ara sıra su bendinin su seviyesini kontrol etmek gerekir. Su iyice azalmaya başlamışsa, su kanalı boyunca yukarıya, geriye doğru gidip suyu takip edersiniz. Suyun niçin azaldığını bulmalısınız. Arkta su azalmışsa, muhtemelen dere bahçesini sulamak isteyen bir vatandaş, kanaldaki suyun fazlaca bir kısmının yönünü kendi bahçesinde çevirmiş olabilir. Gider, kanal boyundaki o bahçeyi bulur, sahibi ile görüşür, konuşur, anlaşırsınız ya da görüşür, tartışır, dövüşür, suyun bahçeye yetecek miktarını bırakır, fazlasının yönünü değirmene giden arka çevirirsiniz. Böylece bent sürekli dolu kalır ve öğütme işiniz yarım kalmaz.


        Bu değirmenlerin artık hiçbiri yok. Birkaçının binası, taşı ve bazı kısımları duruyor olsa da, artık hiçbiri kullanılmadığı için, hepsi harabe haline gelmiş durumda. Yıllar içinde değirmenlerimiz buğdaylarımızı öğüttü, zaman da değirmenlerimizi.


        Keşke, hiç değilse biri muhafaza edilebilseydi. Mesela ana yol üstünde, mandıranın yanındakini, su arkı, bendi, oluğu, binası, taşları, çarkı, haznesiyle olduğu gibi koruyup geleceğe bırakabilseydik!...


        Nice on yıllarca yaşanmışlıkları, hatıraları, geçmişin taşıdığı işaretleri ve mazinin ruhuyla birlikte kaybolup gitti her şey. Sanki yoklardı, hiç olmamışlardı… Ebu’l Beka er-Rundi’nin mersiyesinde derin bir hayıflanma ve derin bir acıyla ifade ettiği gibi ‘’ Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu…’’


        Aynı şairin, sekiz asır boyunca İber Yarımadası’nda Müslümanlara yurt olmuş, ilmin-irfanın, kültürün ve medeniyetin merkezi Endülüs Devleti’nin yıkılışı üzerine yaktığı ağıttan mısralarla bağlayalım sözümüzü:


        Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanların.
        Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu
        Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu.
        Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in?
        De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu?
        Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem,
        Sâsaniler’in ebedî sanılan devleti ne oldu?
        Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kârun, hani o dağ?
        Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
        Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
        Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu
        O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık
        Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu.
        Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta;
        Sola döndü Kisra’yı. Kisra’yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu.
        Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman’ın;
        Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu…


---------------------------------------------------------------------------------------


(*) Ebü’l-Bekā’ Sâlih b. Yezîd (Şerîf) b. Sâlih er-Rundî (ö. 684/1285). Daha çok “Risâü’l-Endelüs” adlı mersiyesiyle tanınan Endülüslü edip ve şair.

(*) https://islamansiklopedisi.org.tr/endulus

(*) Köyümüz Arçvet ve Ckadvet (Mckayet) olmak üzere iki mahalleden oluşmaktadır.

(*) Domuzluk: Değirmenlerde suyun oluktan çıktığı ve çarkı döndürdüğü yer.

(*) Boyra: Değirmen oluğunun ucuna konulan ve suyun çıkış yerini daraltarak daha tazyikli çıkmasını sağlayan aygıt,