Mahir Ünsal Eriş, “Olduğu Kadar Güzeldik” isimli kitabında “Erdek bir kitap olsaydı bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun” diye yazar. Ben de bu cümleyi ödünç alarak “Susurluk bir kitap olsaydı ‘ayran ve tost’ ilk cümlesi olurdu onun” diyorum.

Ayran-tost eşliğinde dinlenme tesislerinde yoldan geçen arabaları izlerken, Yalı Gazozunun, Dereköy Maden Suyunun hikayesini öğrenirdik.

Susurluk Postası, Susurluk’ta Halkın Sesi, Susurluk, Olay, Güneş, 24 Haziran, Doğan Gün, 5 Eylül, Kardeş; H.Şadi Kural’dan, Ahmet Kınay’a, Ahmet Parlakoğu’ndan Tahsin Ayyıldız’a günümüze kadar gelen tüm yerel gazetelerimiz haberleriyle, yazarlarıyla, kurucularıyla hepsi ayrı bir bölüm olurdu…

Bu şehre hizmete etmiş milletvekilleri, belediye başkanları sayfalarca yazılırken, 35 yıl Yeni Mahalle Muhtarlığı yapan İbrahim Turan’a da mutlaka yer verilirdi.

Hayatımıza iz bırakan öğretmenlerimiz anlatılırdı.

Bir şekilde hayatımızın hep içinde olan, kimileri mahallemizin, kimileri şehrimizin ekonomik önderleri; Tunalıları, Altunbaşları, Güneşleri, Sözerileri, Tatlıoğullarını, Yörükleri, Göçerleri, Seyfelileri okurduk.

Bu şehrin damakta iz bırakan lezzet ustaları; Aşçı Hilmi, Köfteci Fikri, Tatlıcı Ali yer alırdı sayfalarında…

Bir zamanlar park bekçisi Ahmet Güvendi’nin gözü gibi baktığı parkta oturup çay içtiğimiz ahşap masalar, sandalyeler kitabın bir sayfasını oluştururdu…

Odunu Çataldağ’dan, unu Tunalı’dan, suyu Çaylak’tan…” diyerek kendine özgü manileriyle simit satan Hüseyin Dede, kitabın bir paragrafında mutlaka yer alırdı…

Çaylak demişken, orada Hıdırellezlerin kalabalık ama samimi pikniklerini okurduk.

Keçi Bayırındaki toplanma yerlerine giden keçilerin boynundaki çanların çıkardığı sesler tarif edilirdi ilerleyen sayfalarda…

Bir zamanlar sayıları yüz altmışı bulan at arabacılarımızın hazin sonlarını okurduk diğer satırlarda…. (Sahi şimdi kaç atlı arabacımız kaldı; dört mü, beş mi, yoksa daha mı az?)

Zevk Sinemasında, Şeker-İş’de, yazlık Meramses’de izlenen filmlerin ahşap panolarda asılı afişleri yer alırdı bir başka sayfada…

Şeker Fabrikasından Susurluk’un üstüne yayılan pancar küspesinin kokusu tarif edilirken, fabrikanın kuruluş hikayesi de Nuri Eroğlu olmadan yazılmazdı.

Katrancı Mehmet Pehlivanı, binlerce sporcu yetiştiren Adnan Büyükdemirel’i, Fehim Dikmen’i okurduk bir bölümde.

Yüzme havuzları yerine Kocadere’de yüzmeyi öğrenen, söğüt ağacından sipsi, mürver ağacından patlangaç, telden çeşit çeşit arabalar yapıp kendi yaptığı bu oyuncaklarla sokaklarda oynayan çocukları okurken;

Her yaz tatilinde kaymaklı veya pandispanya tezgahını saatlerce başının üzerinde taşıyıp, karpuz pazarında karpuz indirip, boyunlarına astığı beyaz sandıklar içinde -Roma sütten dondurma- diye sokaklarda sessizce bağırıp satarak harçlıklarını çıkarttıklarını öğrenirdik bir de…

Bir sayfa çevirirdik; tabelacılığın eskiden nasıl bir marifet olduğunu, nasıl yapıldığını, şimdikilerin her şeyi bilgisayardan çıkarıp hazırladığına bakıp Tabelacı Hafız Zekeriya Abinin hikayesini okurken ustalığına şapka çıkarırdık.

Agop Çeşmesinin, İstasyon binasının, Atatürk Heykelinin, Harp Hastanesinin, Demirkapı’daki Atatürk’ün kaldığı Taş Konağın tarihini okurduk.

Ayakkabıcılar Çarşısında, ayağınızın kalemle ölçüsünü alarak en âlâ deri ve köseleden yapılan ayakkabıları haftasına teslim eden ayakkabıcılarımız yer alırdı bir de…

Bakkal Salih Nogayların, Mehmet Tuncerlerin, Halim Kaptanların, Mehmet Özdellerin, Ahmet Çakarların, Şekerci Necdet Atayların, Terzi Bahattin Denizlerin yerini şimdilerde AVM’lerin aldığı yazılırdı…

Düğünlerimizin, kurtuluş şenliklerimizin olmazsa olmazları müzisyenlerimiz İpteşlerin, Göçmenlerin, Çalkanların klarnet seslerinin coşkusu anlatılırdı sayfalarında…

Selahattin Altınbaş’ın şarkılarına, Sabri Altınel’in şiirlerine yer verilirdi…

Susurluk bir kitap olsaydı…

Sadece anılarımız, hatırladıklarımız değil, unuttuklarımız da yer alırdı her bir sayfasında…

Ve son cümlesi; -Bu şehri çok sevin- olurdu…