İçinden geldiğim "camiayı" tanımakta her geçen gün zorluk çekiyorum. "İslamcı" arkadaşlarımız meğer kallavi muhafazakarlarmış.

"Takva" zannettiğimiz o halleri de yoksulluktan ibaretmiş.

Parayı pulu bulduklarında anında "Vınnn Şinasi" oldular.

Elde ettikleri "değerlerin" (mal mülk, şan şöhret) sürgit "muhafızı" olmamızı istiyorlar.

Ceffelkalem döktürmemizi, majestelerinin yazarları gibi her daim "methiyeler" dercetmemizi bekliyorlar.

"Muhalefet şerhi" babından üç beş aykırı kelam etsek şappadak kaşlarını çatıyorlar.

"Nefs muhasebesine" bile tahammülleri kalmadı.

Yapıp ettiklerini "öteki"nin üzerinden meşrulaştırmaya öyle alıştılar ki; "Onlar nefs muhasebesi yapmışlar mıydı ki biz de yapalım..." demelerine ramak kaldı.

Ömer Muhtar gibi "Onlar bizim hocalarımız değil" desek ne fayda!

Zira...

Onlarla "bunlar" arasındaki farklar gitgide belirsizleşmeye başladı.

Bunlar, yani, "yeni sınıfın yeni dallamaları."

Riya, kibir, israf gani; züht, takva, infak hak getire.

Hem gitgide onlara benziyorlar, hem de onlarla kıyasıya "kavga" ediyorlar!

Hiç insan kavga ettiğine bu kadar benzemeye çalışır mı?

Bu nasıl bir kavga?

"Yeni sınıfın yeni dallamaları" hiçbir şey sormadan sorgulamadan biteviye yumruk sallamamızı istiyor.

Necip Fazıl'ın "Reis Bey"ini çağrıştırırcasına, merhameti olmayanın adaletinden ne çıkar deseniz nafile.

Haksızlık yapılmasından korktuğunuz kim varsa (kazandıklarını korumak içgüdüsüyle) "Boş ver iti" diye kestirip atıyorlar.

Bizden de, toplandıkları "terörist evi"nin önünde infaza alkış tutan vatandaşlar gibi olmamızı istiyorlar.

Yollarına çıkan "engelleri" kalemlerimizle yıkmaya çalışmazsak, gerektiğinde bel altı vurmazsak yüzümüze bakmazlar.

Bakanlar da tuhaf tuhaf bakıyorlar zaten:

"Ne demek sözün namusu?.."

"Sözün itibarı ne demek?.."

Halbuki bir "dava"sı olan adam, söyleyeceği sözün itibarını her halükarda korumayı bilen adamdır.

Sözümüzün değerinden başka kaybedecek neyimiz var?

"Yüce Önderimiz" sormuştu: "Ben size şu dağın arkasından düşman geliyor desem inanır mısınız?"

Mekkeli müşrikler hiç düşünmeden "Evet, inanırız" demişlerdi, "Sen aramızda doğruluğun, dürüstlüğün mücessem timsâlisin. Sen Muhammed'ül Emin'sin..."

Budur.

"Dava adamı" olmak seni "hicret" etmeye zorlayanların gözünde bile "emin" olmaktır.

Yoksa...

Seni öldürmeye gelen sende nasıl dirilebilir ki?!

Hey gidi günler hey!

"Yeni sınıfın yeni dallamaları" da bir vakitler dava adamıydı.

Davalarını ya bozdurup harcadılar ya da tahvillere, banka hesaplarına yatırdılar.

Biz burada böyle kalakaldık; "sözlerimizle" baş başa!

Atasoy Müftüoğlu üstadımız geçenlerde bir muhabbetimizde, "Geldiğinde ara, seni aldıralım" diyenlere, "Neden kendin almıyorsun da aldırıyorsun; beni 'aldıranlardan' fena alınıyorum..." şeklinde karşılık verdiğini söylemişti.

İnandığı davanın dışında hiçbir şeye "aldırmayan" bir arkadaşım vardı.

"Bozulmaya" karşı muazzam bir başkaldırış gibiydi.

Ayakları üzerinde adamakıllı sabit durmak için çekip gitti.

Kuş konmaz kervan göçmez bir yere üç beş koyun alıp yerleşti.

Nuri Pakdil ustamızın "Biri, kimseyi iplemeden duruyorsa, o toplum mutlaka sarsılır" sözünün mücessem hali gibiydi.

Yaşatmadılar!

(....................)

Bu yazıyı Orhan Evci kardeşimin aziz hatırasına ithaf ediyorum.

Salih Tuna / Yeni Şafak