Hayatımda derin izler bırakan insanların çoğu vefat etti…

Onları hatırlamak için çok uzağa gitmeme gerek yok.

Bulvar Caddesinden yolun sonuna doğru bir bakış bile yetiyor bazen…

Susurluk, mezarlığıyla bütünleşmiş durumda.

Mezarlık Susurluk’un içinde, Susurluk da mezarlığın…

O yüzden belki de bu şehirde ölümü hatırlamak çok kolay.

Bir bakıyorsun; pazara gitmek için yola çıkmışsın, Çarşı camisinin avlusunda cenaze namazı kılınıyor.

Bir bakıyorsun; karşı apartmanın önünde tabutun başındaki sessiz kalabalık, merhumu son yolculuğuna uğurluyor.

Minarelerden yükselen selalara dikkat kesiliyorsun…

Ve sonra fark ediyorsun;

Gidenler hep tanıdık yüzler.

Pazarda Al evladım taze fasulye diyen teyze, kahvede domino taşlarını şaklatan amca, seyyar arabasıyla tatlı satan usta…

Çocukluğunda sokakta gördüğün, bayramlarda elini öpmeye gittiğin insanlar…

Hepsi birer birer o servilerin altına göç etmişler...

Çocukken o yüksek servilerin gölgesi bana ürkütücü gelirdi.

Liseye giderken bile adımlarımı hızlandırırdım.

Bugünse yavaşlıyorum…

Çünkü içinde yatanların çoğu benim hayatımın bir parçası.

Kimisi çocukluk arkadaşım,

Kimisi okuldan hocam,

Kimisi de mahallede gördüğümde “Hadi bir elini öpeyim” diye yanına koştuğum büyüklerim…

Sessizce aramızdan ayrılıp gidenler…

Mezarlığa gittiğimde ailem için dua ederken…

Bir sözleri,

Bir bakışları,

Bir öğüdü geliyor aklıma.

Gözümün önüne düşüyor; bazen bir gülümseyiş, bazen bir nasihat, bazen de sadece suskunlukları…

Ve ben anlıyorum ki;

Bu şehri sevmek, sadece yaşayanlarını değil, gidenlerini de hatırlamakla mümkün.

Nihayetinde mezarlık dediğimiz yer aslında şehrin hafızası…

Hatıraların mekânı….

Sanki şehrin kalbinde duran bir hatıra defteri…

Hayat böyle işte.

Bir gün varız, bir gün yokuz.

Ama iz bırakanlar, Susurluk’un içinde de yaşatıyor kendini.

Yaşarken iz bırakabilmek…
Arkamızdan “Onunla bir çay içmiştik, güzel insandı” diyebilecek birkaç dost bırakabilmek.

Çünkü günün sonunda hepimiz aynı yere bakıyoruz:
Susurluk’un içindeki o mezarlığa…