Ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un, 1980′de yazdığı ve Türkiye’de “Gün Uzar Yüzyıl Olur (ya da Gün Olur Asra Bedel) adıyla yayınlanan romanında konu ettiği bir “mankurt” efsanesi vardır. Bu mitolojik Kırgız efsanesine göre mankurt, iradesini tamamen yitirmiş, kendi geçmişini unutmuş, bedeniyle ve ruhuyla düşmanının buyruğu altına girmiş, yeni efendisine yaranmak için kendi değerlerine ve ailesine ihanet eden “gönüllü” bir köledir.

Efsaneye göre, “mankurt” haline getirilmesine karar verilen kişinin başı kazınır ve üzerine, yeni kesilen bir devenin boyun derisi geçirilir. Sonra da, kolları arkadan bağlanarak kızgın güneşin altına bırakılır… Güneşte kuruyan deve derisi, kafayı mengene gibi sıkar ve dayanılmaz acılar vererek, o kişinin bilincini, iradesini ve muhakeme yeteneğini tümüyle yitirmesine neden olur. Kafasına sıkıca yapışmış olan deve derisi nedeniyle dışarıya çıkamayan saçlar geriye döner ve beynin içlerine doğru uzar… Böylece,sahibinin kendisinden her istediği şeyi sorgusuzca yapan “gönüllü” bir köleye dönüşür, yani “mankurt” olur.

Elbette artık, günümüzde bu gibi insanlık dışı yöntemlerin kullanılması o kadar kolay değildir. Dahası, böyle bir yöntemle, efsanede sözü edilen sonucun gerçekten ortaya çıkıp çıkmadığı da, bilimsel olarak gösterilmiş değildir.

Ancak, bu gibi vahşiyane yöntemlerle, insanlar ancak birer birer mankurtlaştırılırken, günümüzde kullanılan ve son derece “medeni ve insani” olarak kabul edilen çeşitli yöntemlerle, kaynakları gelişmiş toplumlar içinde bulunan uluslararası güçler tarafından, geri kalmış toplumlara karşı, adeta “kitlesel mankurtlaştırma” faaliyetleri yürütülmektedir. Hatta öyle ki, mankurtlaştırılmış olan toplumlar, bu özelliklerini, kendileri için adeta “vazgeçilemez” ulusal kültür değerleri olarak içselleştirmekte ve gelecek nesillere aktararak, bu durumu kalıcı hale getirmektedirler.

Fransız bilim adamı V. Lackhine, Cengiz Aytmatov’dan yaptığı iktibasla, kısaca “düşmanına gönüllü köle olma” şeklinde ifade edilebilecek bu fenomene “mankurtizm” adını vermiştir. Böylece mankurtizm,“sosyal kimlik değiştirme ve öz köküne yabancılaşma”yı kavramlaştıran bir terim olarak, sosyal psikoloji literatürüne geçmiştir.

Günümüzde, güçlü toplumların, kültür ve sanat faaliyetlerinin yanısıra, çağdaş zihinsel mankurtlaştırma operasyonlarında kullandıkları en önemli ve en etkili güçler ise “sinema” ve “medya”dır.

Başlangıçta, gazete ve dergi gibi, sadece “basım” yoluyla çoğaltılıp dağıtılan medya organlarına, zamanla radyo ve televizyonun (bu arada sinemanın) da eklenmesi ile 20. yüzyılın ortalarından itibaren, iletişim alanında son derece etkili bir döneme girilmiştir. 1980′li yıllardan itibaren ise, elektronik, bilgisayar (ve bilgisayar programcılığı), telekomünikasyon ve uzay teknolojilerinde meydana gelen gelişmelere bağlı olarak insanların hayatına, “internet (1993) gibi yepyeni bir medya mecrası girmiştir. İnternetle ortaya çıkan “sosyal medya”, hızla  yaygınlaşan ve her geçen gün önemi artan bir “kitlesel mankurtlaştırma yöntemi” olarak dikkat çekmektedir.

Uluslararası güçlerin hedefi olan ülkelerde, her şeyden önce medya sektörü ve politikacılar zihinsel olarak mankurtlaştırılmaktadır. Temelde medya üzerinden yürütülen bu süreçte, daha sonra da, ülkelerin özel durumları ve şartlarına bağlı olarak, diğer etkili kesimlere yönelinmekte ve nihayet, toplumun kahir ekseriyeti mankurtlaştırılmaktadır.

Özellikle Türkiye gibi ülkelerde medya faaliyetleri, başta sosyolojik açıdan olmak üzere, bilimsel açıdan incelenmesi ve araştırılması halinde, ortaya fevkalade ilginç neticelerin çıkacağı açıktır.

Bütün mesele, toplumsal total enerjinin ne yönde kullanılacağının kontrol edilmesidir. Bu nedenle, geri kalmış ülkelerde toplumsal ilgi ve dikkat, kendileri için öncelikli olması gereken konulardan uzaklaştırılarak, uluslararası güçlerin belirledikleri konulara ve istikametlere yönlendirilmektedir. Böylece, hedef ülkelerin tüm kaynaklarının, uluslararası güçlerin çıkarları için kullanılması kolaylaşmaktadır.

Tipik bir örnek olması bakımından burada, Ukrayna’nın başkenti Kiev yakınlarındaki Çernobil nükleer santralinde 26 Nisan1986’da meydana gelen kaza sonrasında Türkiye’de yaşananları hatırlatmak gerekiyor. O dönemin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan merhum Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre, bu konuyla ilgili olarak yazdığı kitaplarda (Türkiye’nin Çernobil Çilesi, Nehir Yayınları-1993 veÇernobil Komplosu, Bilge Yayınları-2004) tüm gerçekleri anlatıyor. O yıllarda konuyla ilgili olarak medya tarafından yapılan yayınlar Özemre’nin kitaplarında anlatılan gerçeklerle karşılaştırıldığında, toplumun ilgisini ve dikkatini yöneterek, Türkiye’ye nelerin kaybettirildiği açıkça görülür.

Meydana gelen radyasyon kirliliği Uluslararası Sağlık Örgütü (WHO) ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından belirlenmiş bulunan limitlerin çok altında olmasına rağmen, başta çay ve fındık olmak üzere, Türkiye kendi tarım ürünlerini “radyasyonlu” ilan ederek, dış pazarlardaki tüm rekabet şansını yitirmiştir. Çünkü, medya tarafından, önce, Türk insanı buna inandırılmıştır.

Bu ve benzeri pek çok örnekte görülebileceği üzere, önce zayıf toplumların gündemleri medya tarafından ustaca kontrol altına alınmakta ve insanların zihinleri adeta işgal edilerek, kendi gerçek sorunları ile ilgilenmeleri engellenmektedir. Sonra da, güçlülerin çıkarlarının gerektirdiği konular gündeme taşınarak, zayıf toplumlara empoze edilmekte ve böylece, hedef konumundaki ülkelerin önce beşeri enerjileri, sonra da tüm kaynakları güçlüler lehine belirlenen şekillerde kullanılmaktadır.

Öte yandan, halkı adeta “gönüllü köle”lere dönüştürülmüş olan ülkeler, kendi öncelikli ve gerçek sorunlarının çözümü konusunda da, uluslararası güçlerin ya da ülkelerin yardımlarına muhtaç oluyorlar. Çünkü, onların yardımı olmadan, kendi sorunlarını ne tanımlayabiliyorlar, ne de sorunları analiz ederek çözüm yolları bulabiliyorlar!

Türkiye’nin yakın geçmişine dönüp bakıldığında, tıpkı Çernobil kazasında olduğu gibi, medya organları tarafından gündeme taşınan nice konuların, bu ülke için bir anlamının ve öneminin bulunmadığı görülecektir! Gerçekte Türkiye’yi pek ilgilendirmediği halde, günlerce, haftalarca, hatta aylarca ve yıllarca medya gündemini işgal eden konular nedeniyle, Türk insanı, kendi sorunlarından uzaklaştırılıyor ve her konuda kronik çözümsüzlüklere mahkum ediliyor…

Geri kalmışlığı, Türkiye gibi ülkeler için “kalıcı” hale getirmekte olan bu gibi durumlardan kurtuluş, giderek imkansız denecek derecede zorlaşıyor. Bir süre sonra gelenekselleşen ve adeta “ulusal kültür” haline dönüşen bu vahameti görmek, tanımlamak ve halka göstermek, o ülkenin entelektüellerinin görevi iken, ne yazık ki onlar da, çoğu zaman uluslararası güçlerin emperyalist amaçlarına hizmet eden gönüllü askerler olmayı tercih etmektedirler.

Dahası, çeşitli ad ve sıfatlar altında, yeni yetişen nesilleri de bu yönde özendirecek şekilde birtakım rol-model kişilikler ortaya çıkarılmakta, özellikle gençlerin idealist eğilimleri ustaca kullanılmaktadır.

Gerçeklerin farkına varan ve her şeye rağmen mankurtlaşmayan, kendilerine yönelik zihinsel köleleştirme girişimlerine direnebilen son derece az sayıdaki entelektüeller ise, bu ülkelerde marjinal konumlara itilerek dışlanmakta, hatta öldürülebilmektedirler (Mesela, 30 Kasım 2007 günü
İstanbul-Isparta seferini yaparken düşen ve 57 kişinin öldüğü AtlasJet uçağındaki 6 bilimadamı gibi)
. Türkiye’de Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre, Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu vb. gibi pek çok isimle ilgili derinlemesine incelemelerin yapılması halinde, bu anlamda oldukça ilginç sonuçların ortaya çıkacağı tabiidir.

Netice itibarı ile, mankurtlaşmış toplumlarda, hakim yabancı güçlere hizmet ederek kişisel maddi çıkarları gözetmek, insanların en fazla yöneldikleri ve takdir ettikleri bir davranış olurken, bunun aksi olan tutumların ne derece ciddi risk olduğu da açıktır.