Genellemeler her zaman doğru sonuca götürmeyebilir.
        Doğru neticeye ulaşmak için genellemenizin hareket noktası doğru unsur olmalı. Kendisinden hareket edeceğiniz olay, kişi, varlık, düşünce, her neyse, doğru seçilmelidir. Bu seçimi doğru yapmışsanız endişeye mahal yok, doğru sonuca varırsınız.
        Doğru seçim derken kastettiğimiz, hareket noktası, tek olay, kişi, düşünce, varlık olsa da, bu noktanın bütünü oluşturan diğer unsurların özelliklerinden bir şeyler taşıması ve onlarla ortaklaştığı bazı unsurları olması gerekir.
        Yöreler, kişiler, beldeler ile ilgili konuşurken çok kullanırız genelleme yöntemini. Karadeniz insanı, Orta Anadolu insanı, Doğu Anadolu insanı, Akdeniz insanı şöyledir, böyledir gibi. Şu yörenin insanı çok sert yapılıdır, şunlar tez canlıdır, bunlar ise sıcakkanlıdır vs… Kavimler için de bu tür genellemelere sıkça başvurulur.
        Bu genellemeler ile ifade edilen nitelikler, bahse konu yörenin, bölgenin, fert fert insanını değil, yukarıdan yapılan toplu bir bakış sonucu görülen fotoğrafı ifade eder. Toplu bir bakış, genel bir görünüm, genel bir renktir bu. Yani bu anlamda kurulan bir hüküm cümlesine karşı, ‘’Oradan bir arkadaşım, komşum vardı, hiç de öyle değildi…’’ gibi bir karşı argüman yersizdir. Konuşan bir genelleme yapıyor, sen ‘’bir kişi’ ’den bahsediyorsun. Bahsettiğin ‘’1’’ kişi, ‘’genel’’i yansıtmaz.
        Yıl 1986 Nisan ayı. Tabiatın zümrüt yeşili esvabını günden güne daha çok giyindiği, güneşin sıcaklığının yeryüzündeki tüm varlıkların iliklerine işlemeye başladığı günler. Nisan yağmurlarının her defasında mis gibi toprak kokusuyla, insana aslını hatırlatıp durduğu günler. Kuşların, çiçeklerin, böceklerin, arıların, toprakta, tabiatta hayat sahibi olan her canlının bin bir çeşit ses cümbüşü içinde sıcak nisan güneşi ile şımardığı, gönül ufuklarının ve ruh dünyasının aydınlandığı, içimize baharla gelen derin bir inşirah ile şen şakrak olduğumuz günler.
        Çiçeği burnunda bir öğretmen olarak köyümden kalkıp, 1800 kilometre yolu teperek yurdun, öbür ucuna, Van Gölü'nün kuzey sahillerinden masmavi bir çarşaf gibi önüne serilmiş olan gölü temaşa eden Adilcevaz'a doğru yola çıktım.
        Beldenin girişinde, sol yanda kartal yuvası bir yüksekliğe kurulmuş Urartu Kalesi, karşıda ise ilçenin sırtını yasladığı yamaçların üstündeki Seydi Baba Tepesi selamlar gelen konuklarını.
        Liseye Fransızca öğretmeni olarak atanmışım. Öncelikle bir ev buldum ailece yaşayabileceğim. İlçenin kuzey tarafında, oldukça geniş, yemyeşil bir bahçe içinde, betonarme bir ev. Eraslanlar ailesinin eviydi bu. Bir süre yaşadık burada. Çok iyi komşuluk, ev sahibi-kiracı ilişkileri içinde, bir müddet kayısı ve ceviz ağaçları arasındaki bu evde kaldık. Fakat ev okula uzaktı.
        Okula yakın olmak için, bir ev arayışı başladı yeniden. Çarşıya, okula, merkeze yakın, dış duvarları sarı boyalı toprak bir ev bulduk İlçe Tarım Müdürlüğü yanında. Bu da Behçet Amcanın evidir. (Allah rahmet eylesin). Bir müddet de bu evde yaşadık. İlk evladımın dünyaya geldiği ev. Ev sahibimiz ile bir sıkıntımız yoktu, fakat ev topraktı ve biraz eskiceydi.
        Daha sonra, hemen yan bahçede, yine kayısı ve ceviz ağaçlarının ortasına kurulmuş olan –ki bu olağan bir durumdur, çünkü ilçede kayısı ve ceviz ağacı olmayan bahçe yok gibidir- içindeki betonarme bir eve taşındık ailece. Üç kişiyiz. Ev betonarme, oldukça geniş, rahat fakat çatısızdı. Alt katta bir başka öğretmen arkadaş oturmaktadır. Çatı olmamasından dolayı kışın sıkıntı olsa da evden memnuniyet yüksekti.
        Bahçe hayli genişti. Çok sayıda kayısı, ceviz ve çeşitli meyve ağaçlarının doldurduğu arazi daima yeşildi. Bahçenin her yanı bir kilim atarak oturmaya müsait olduğundan, bir ikindi vakti demli çay eşliğinde komşularla sohbeti koyulaştırmak mümkündü. Ama bunu daha çok öğretmen eşleriyle mahalledeki bayanlar yapar, erkekler bu muhabbetlerini akşamüstleri ders çıkışı, çarşı içinde sıralanmış olan çay ocaklarının/kahvelerin önüne atılmış olan kürsülere (*) oturarak yaparlardı.
        Ev sahibi Dursun Hoca (Baykar) emekli bir öğretmendir. (Allah rahmet eylesin). O da hemen yandaki evinde yaşamaktadır. Yolda-izde, bahçede karşılaştığımızda selamlaşır, hal-hatır sorardık birbirimize.
        Bütün Adilcevaz halkı gibi Dursun Hoca da oldukça cömert, iyiliksever bir insandır. Her zaman kiracılarına ikramlarda bulunmak ister ve bulunurdu.
        Bu anlamda, bana bahçede her rastladığında ‘’Hocam eriklerden koparın yiyin, çocuklar yesin…’’ derdi. (Kayısıya erik denirdi.) Ben de ‘’Tamam Hocam, sağ ol.’’ derdim her defasında. Derdim demesine de, ne her gün altından geçtiğim kayısı ağaçlarından bir kez olsun bir kayısı koparmış, ne de yere dökülenlerden bir kere olsun almış değildim.
        Dursun Hocam her gördüğünde ‘’Hoca, eriklerden topla, yiyin.’’ der, her seferinde ben bu cömert ev sahibine aynı cevabı verirdim.
        Adilcevaz’da kayısı ve ceviz oldukça boldur. Halk kayısıyı hem kurutarak, hem de taze olarak tüketir. Bu meyvenin çok bol olması nedeniyle, 1-2 kilo toplamakla azalacak, bitecek bir şey değildir.
        Günler böylece akıp gitmektedir.
        Ben farkında olmasam da Dursun Hocamız her şeyin farkındaymış.
        Yine bir gün okul dönüşünde bahçede yanıma geldi ve selam verdi. Her zaman olduğu üzere, bir gözünü kısarak, ‘’Hoca, sana kızıyorum bak, haberin olsun! …’’ dedi. Önce şaşırdım, sonra bozuldum tabi. Bir an ne diyeceğini bilemedim. ‘’Hayırdır hocam, ne oldu, niye kızıyorsun? dedim merakla. Acaba evle ilgili bir şeylere mi kızdı diye ihtimalleri içimden sıralarken, Dursun Hoca’nın niçin böyle söylemiş olabileceğine dair hiçbir ihtimal üzerinde karar kılamadım. Dursun Hoca bu arada sebebini söyledi: ‘’Dikkat ediyorum, bakıyorum, gelip geçerken bizim eriklerden hiç almıyorsun. Ben sana demedim mi ki, koparın yiyin…? Niye koparmıyorsun kardeşim? ‘’diye biraz kızgınlık, daha çok sitemle bana bu cümleleri sıralayıverdi. Ben biraz mahcup, ‘’Olur mu hocam, yeriz, yiyoruz…’’ falan dedim. Ama hoca durumun farkında olduğundan, verdiğim cevabın onun nezdinde bir değeri olmadığını tavrından anlamıştım…’’Bir kap getir bakayım, şuradan toplayalım da götür eve…’’ dedi. Hemen eve girerek mutfaktan büyükçe bir çinko çanakla Dursun Amcanın yanına geldim. Fakat Dursun Hoca yine memnuniyetsiz bir ifadeyle biraz yüzünü ekşiterek, biraz da gülümseyerek ‘’Hoca o nedir? Yav ne olacak o kadar çanak?’’ diyerek hızlıca evine doğru yöneldi. Ben de arkasından bakarken elimde çanakla öylece kalakaldım. Gitti, evlerinin merdivenleri üzerinde duran kocaman kovayı aldı geldi. ‘’Toplayalım şuna, kopar hadi, kopar kopar…’’ diyerek birlikte toplamaya başladık. Kovanın yarısı dolup geçince ‘’Yeter hocam, sağ ol, bu kadar yeter.’’ desem de, ‘’Topla hocam topla, yersiniz…’’ deyince kovayı doldurmaya devam ettik. Kova ağzına kadar taşasıya dolduktan sonra, ben tekrar teşekkür ettim ve kovayı alarak eve götürdüm.
        O günden sonra, bu cömert insanın bize kırılmaması, sitem etmemesi için, bahçeden her geçtiğimde, eğer o oralardaysa, istesem de istemesem de bu gani gönüllü insanın hatırına kayısılardan hep koparırdım ve yerdim.
        Genelleme için elbette bir örnek yeterli olmaz. Hikâyemizde yaşadığımız çevredeki her katmandan-kesimden insanlar bulunursa, daha isabetli bir yargıya ya da isabet oranı daha yüksek bir yargıya varmış oluruz.
        Esnaftan bir örnekle devam edelim. Yıl 1987. Yeni bir evladımız olmuş, alışveriş ihtiyacı artmış. Bir tuhafiyeciden (Gürsoylar ya da Göksoylar olabilir) bir şeyler almışız. Taksitle tabii… Ödemişiz, ödemişiz, taksitleri bitirmişiz. Aradan 3-4 ay geçmiş. Yine alışveriş için aynı dükkândayız. Alışveriş yaptıktan sonra, tutarın bir kısmını peşin verdim. Kalanı ile ilgili birkaç cümle kurmaya hazırlanırken, genç esnaf, ‘’Önceki hesabın üstüne yazarız hocam, sıkıntı yok…’’ demez mi? Ben şaşırdım tabi. ’’Ne hesabı?’’ dedim. ‘’Geçen hesaptan 1 taksit kalmıştı hocam!’’ deyince, önce bir hayli bozuldum, sonra üzüldüm, mahcup oldum.
        Adilcevaz’da alışveriş yaparken, paranın sadece fiyat sorarken lafı geçer. Esnaf ‘’Ne zaman ödersiniz, nasıl ödersiniz?’’ tarzında cümleler kurmazdı. Eğer alışkanlıkla esnafa, ‘’Nakit mi veresiye mi, veresiye ise kaç taksit?’’ anlamında ‘Nasıl ödeyelim?' diye sorarsanız, cevabı ‘Ödersiniz hocam…’ olurdu. Bu cümle ‘’İmkân bulduğunuzda, dilediğiniz miktarlarda, yavaş yavaş ödersiniz, sıkıntı yapmayın.’’ anlamına gelir. Çok rahatlatıcı bir cümledir bu.
        Bu dükkân çarşı içindedir. Çarşı da hükümetin oradan başlayıp, denize (*) inen yokuşun başına kadar uzanan, sağlı-sollu dükkânların sıralandığı uzunca bir caddedir. Her gün akşamları dersten sonra, öğretmen arkadaşlarla çarşıya bir o baş bir bu baş gezer, defalarca önünden geçerdik. Neredeyse her gün önünden geçmemize rağmen dükkân sahibi arkadaş bana hiçbir şey söylememişti.
        Esnaf arkadaşa ‘’Her gün geçiyorum buradan niye hatırlatmadın kardeşim, üzüldüm bak şimdi…’’ deyince, ‘’Ayıptır hocam, öyle şey mi olur? İnsandır unutabilir. Ne olmuş ki? Biz de öyle şey olmaz, adamın önüne geçip ‘borcu var, demek ayıptır, bize uymaz…’’ dedi.
        Borcumuzu ödedik, teşekkür ettik. Bu âlicenaplık karşısındaki derin memnuniyetimizi ifade etmek için gereken cümlelerimizi kurduk. bu gani gönüllülük beni çok etkilemişti.
        Aslında ilçedeki esnafın tamamı neredeyse böyleydi. ‘’Belirli bir vadeye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın.’’ (Bakara, 282) emrine rağmen, bir esnaftan bir gün eşya aldığımda, senet hazırlaması üzerine bundan hoşlanmıştım. Ama doğru olan buydu tabi ki. Vurgulamak istediğim husus, insanların birbirlerine çok güvendikleri ve sözü senet kabul ederek, 8-10 ay sürecek bir ödeme planı hususunda hiçbir tereddüt göstermemeleriydi.
        Bu bahsettiğim iki tecrübe yaklaşık 36 yıl önceydi, çok eski yani. ‘’Şimdi nerede o eski güven, eski insanlar!’’ diyebilir kimileri. Ama bu cümle için henüz erken bence.
        Daha yakın bir tarihe gelelim o zaman. Bakalım bu güzellikler çok eskilerde mi kaldı, yoksa halen bugünlerde, bir yerlerde halen devam ediyor mu?
        Bu kez, Van Gölü'nün kuzey sahillerinden güneyine, daha aşağılara Hizan'a inelim. Yıl 2009.
        İlk ataması Hizan'a çıkan Adilcevaz doğumlu oğlumla birlikte Hizan’a giderken, tabii ki önce ilk göz ağrım Adilcevaz'a uğruyoruz. Eski dostlardan birkaçına, komşularımız Şamiloğlu ailesine, o zamanlardan bugüne hafızamda çok çalışkan, kibar, zeki ve mütevazı bir kişilik olarak kalan, şimdi de bir veteriner olarak görevini sürdüren değerli öğrencim Melek’i (Dağ Kapsal) ziyaret ettikten sonra, bizi aracıyla Adilcevaz'dan Tatvan'a getiren ziraat mühendisi çok değerli vefakâr bir başka öğrencimden ayrılıp Hizan minibüsüne biniyoruz.
        Hizan için Tatvan'dan ayrıldıktan sonra, insanın içini açan, aydınlatan hiçbir tabiat manzarasına rastlamadığımız kır-kıraç arazilerden, dağlardan, sarp yamaçlardan vadilerin içine içine doğru sarsıla sarsıla yol alıyoruz. Hava kararıyor, karanlık sadece ufuklara değil içime de olanca ağırlığıyla çöküyor, moralim oldukça bozuk, ama renk vermiyorum… Oğlumu bırakıp döneceğim.
        Yol boylarında, artık kullanılmayan, askeri kontrol noktaları, haki ve sarıya boyanmış duvarlarıyla kamuflajlı nöbetçi kulübeleri, siperler… Belli ki yakın zamana kadar kullanılmış, ne endişeler, ne tedirginlikler ve nice tehlikelerin uğursuz bir kara bulut gibi üzerinde döndüğü bu yapıların yanlarından hızla geçip gidiyoruz... Hizan’da lojmana indiriyoruz valizlerimizi. Öğretmen lojmanlarına, bir askeri birlik ile emniyet özel harekât merkezinin arasından geçerek varıyoruz. İki güvenlik gücünün konuşlandığı bir yerin hemen dibinde olmak avantaj mıdır, dezavantaj mıdır, düşünmeden edemiyorum.
        Ertesi gün alışverişe çıkıyoruz. Ne biz kimseyi tanıyoruz ne de kimse bizi. Dün geldik, bugün çarşıdayız.
        Ama biraz önce kurduğum son cümlenin yanlışlığını, her bir dükkâna girip çıktığımızda anlıyorum. Zira, her dükkânda bize ‘’Hocam!’’ diye hitap ediyorlardı. Demek ki en azından öğretmen olduğumuzu herkes biliyordu. Cümle yarı yarıya doğru diyelim o zaman. Herkes bizi tanıyor, fakat biz kimseyi tanımıyoruz.
        İlk girdiğimiz esnaftan biri, bizim hangi konuda endişe taşıdığımızı, tereddütte olduğumuzu bilerek ’’Bizim burada terör olmaz hocam, belki vardırlar, ama açığa çıkamazlar, bir şey yapamazlar.’’ diyerek bizi rahatlatmaya çalışıyordu. Biz de buna gönülden inanmak istiyorduk… Türk bayrağının dalgalandığı her yer kutsal vatan toprağıydı, bizim toprağımızdı da; biz bu topraklarda niçin bunca endişe ve tedirginlik içindeydik, sorusu dolanıp durdu kafamda. Ama cevabı o anda yoktu ya da çok uzundu ve yahut o cevap o anda bizim için hiçbir anlam ifade etmiyordu.
        O esnaf vatandaşın iyi niyetle, bizim rahatlamanız için söylediği cümleler, fazla değil 1-2 yıl içinde, izlediğim televizyon haberleri ile yalanlanıyordu. Tüm kanallarda ‘’Hizan kırsalında yapılan…’’ diye başlayan haberler hiç de güzel şeyler söylemiyordu.
        Neyse… Alışverişteyiz. Battaniye, mutfak için ihtiyaç duyulabilecek araç-gereçler, çay takımları alıyoruz. Birçok şey aldık tüm çarşıyı dolanarak.
        Girdiğimiz her dükkânda, alışverişi yaptıktan sonra ‘’Ne kadar? Kaç lira?’’ diye sorduğumuzda, esnaf ‘’Şu kadar lira…’’ dedikten sonra, girdiğimiz her esnafın en az yarısından fazlası, ‘’Sonra verirsiniz hocam…’’ diyordu. İlk defa geldiğimiz bir yerde, bir kentte yaptığımız alışverişlerde, bu tavrı görünce insan seviniyor ve şaşırıyor tabi. Nasıl oluyor da insanlar, ilk defa karşılaştıkları ve öğretmen olduğunu tahmin ettikleri insanlara ‘’Sonra verirsiniz hocam…’’ diyerek güvenlerini belirtiyorlardı. Girdiğimiz her esnafın ısrarlı çayı ikramını belirtmeye gerek yok.
        Bizi mutlu eden, başka yerlerde pek göremeyeceğimiz bu olayı, doğrudan bir esnafa sormaya karar verdim. Bir alışverişten sonra aynı sözü işitince, ‘’Abi…’’ dedim, ‘’Hangi dükkâna girdiysek aşağı yukarı hepsi aynı şeyi söylüyor, sonra verirsiniz hocam…’’ diyor. Biz daha dün geldik, bizi tanımıyorsunuz bile. Ya böyle söylediğiniz müşteri borcunu ödemezse, çeker giderse?’’ dedim. Dükkân sahibi ‘’Sayın hocam, hiç kimse 150-200 lira için şerefine leke sürer mi, sürmez. Biz öyle düşünürüz. Ha, sürdü, gitti; gitsin. 200 lira ile batmayız, canı sağ olsun.’’ dedi.
        Bu rahatlık, bu teslimiyet, bu güven, insanımızdaki bu haslet, bu erdem karşısında insan geleceğe dair umutlanıyor. Bunun bulaşıcı bir rayiha gibi tüm Anadolu insanın ruhuna sirayet etmesini diliyor. Düşünsenize, bütün yurt, doğudan batıya, kuzeyden güneye böyle bir güven içinde, emniyet içinde… Ne güzel olurdu değil mi?
        Aynı yöreye ait seçerek anlattığın bu üç hikâye, o yörede yaşayan insanlar hakkında genel bir yargıya varmaya yeterlidir sanırım. Birbirlerinin kardeşi olan bu toprağın insanları, daima bir tarağın dişleri gibi birbiriyle aynı hizada, eşit ve biri kendisi için istediğini yekdiğeri için de daima istemiştir, istemelidir.
        Merhametin, sehâvetin, asaletin kalbi olan bu topraklarda yaşadığımız bütün acı, gözyaşı ve karabulutlar daima muvakkat olmuştur, olmalıdır. Bu toprağın genlerinde, hiç bitmeyecekmiş, bin yıl sürecekmiş gibi görünen kara günleri muvakkat kılma kabiliyeti her zaman var olmuştur.
        Bu hem bir tespit hem bir temenni hem de bir duadır.
        Bu, ümmetin kadîm bir hazinesidir.

----------------------------------------------

        (*) Kürsü: Tabure.

        (*) Deniz: İlçede Van Gölü’ne ‘’Deniz’’ denmektedir.