(Yenikavak’ta Bayram)

Bir köy ilkokulunun bahçesindeyiz. Yenikavak’ta. Yıl 1969. Tek katlı, doğu-batı istikametinde uzanan dikdörtgen formunda, 5 sınıf, bir öğretmenler odasından oluşan bir okul burası. Bir de harita, malzeme odası olarak kullanılan dar-uzun küçük bir oda var. Odada haritaların rulo haline getirilip konduğu bir harita standı bulunuyor. Rastgele yerlere atılmıyor haritalar, o stantta muhafaza ediliyor.

  Okulun tabanları tahta. Tahtalara her dönem başında, okul açılmadan önce, badana fırçası ile mazot sürülüyor. Mazot sürülünce, sınıflar süpürülürken ve teneffüslerde öğrenciler koştururlarken tahtaların tozuması engellenmiş oluyordu. Aynı şekilde, tabanı mazotlu tahta olan sınıfları tam otuz beş yıl sonra şehrin merkezinde bir ilköğretim okulunda görünce çok şaşırmıştım.

 Tavanlar da yine düzgün bir şekilde çakılmış tahtaydı. Tahtalarda zaman zaman çatının akması nedeniyle oluşmuş olan çeşitli şekillerde kurumuş su lekeleri vardı.

  Okula yüksekçe bir merdivenden girilirdi. Ana giriş kapısı büyük bir salona açılırdı. Salonda sağ ve karşı tarafa sıralanmış sınıflar solda ise öğretmenler odası bulunuyordu. Bugün okullarda olduğu gibi müstakil bir müdür ve müdür yardımcısı odası yoktu.

  Girişin tam karşısındaki duvarda cam çerçeveli, oldukça büyük 2-3 tane Kurtuluş Savaşı ve Atatürk resimleri albümleri vardı. Yine aynı duvarda, o günün ya da haftanın önemli olaylarına dair gazete kupürlerinin asıldığı bir pano mevcuttu.

  Sol duvarda ise Mehmet Akif Ersoy, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, Sultan Alpaslan gibi Türk büyüklerinin cam çerçeveli orta büyüklükte renkli resimleri asılıydı.

  Her sınıfta bir soba ve tahtadan yapılmış odun kasası bulunurdu. Isınmak için yakıt olarak odun kullandırdı. Sınıfta yedek odun istiflenirdi bir miktar bu kasaların içine. Odunlar ıslaksa sobanın altına konur, daha iyi yanması, daha kolay tutuşması için orada kurumaya bırakılırdı.

  Her gün soba nöbetçileri vardı; sobanın külünü boşaltılır ve sobayı yakarlardı.

  Okul büyükçe bir bahçe içindeydi. Okul tuvaleti ana binadan uzak, bahçenin en doğu tarafında bulunuyordu. Hala üzerinde durur mu bilmiyorum; ama okul tuvaletlerinin giriş kapılarının yan duvarlarına asılan KIZ- ERKEK tabelalarını rahmetli Şerif Yıldıran hocamız ahşaptan oyarak yapmıştı diye hatırlıyorum. Emin değilim ama ya her ikisi ya da sadece boya işi Şerif Hocamızın elinden çıkmıştı. Harfleri sarıya, kalan kısmını siyaha boyamıştı. Hocamızın el maharetine dayanan tamirat, hattatlık gibi konulara elinin çok yatkın olduğunu biliyorum.

  Okul bahçesinin etrafı ucu sivri, insan boyunu aşar uzunlukta, kalın denebilecek ebatlarda ağaçtan yapılmış direklerden oluşan bir avlu ile çevriliydi. Taş duvar yoktu. Yerden 20-30 santimetre ve 1,5 metreden daha fazla olmak üzere, yatay ağaçlara 8-10 santim aralıklarla çakılmış, yine 8-10 santim genişliğindeki tahta/direklerden oluşan bir avlu ile çevriliydi bahçenin etrafı. Okuldan tuvalete doğru giden yola sağlı-sollu serviler ve süs bitkileri ekilmişti. Bahçeye de yol boyunca çeşitli meyveler ekiliyordu.

  Bahçe girişinin hemen sağında, duvarın dibinde ve yine sağ tarafta, biraz daha bahçe ile okul binası ortasına doğru oldukça büyük iki çınar ağacı vardı. Batı tarafını çevreleyen avlu boyunca da irili ufaklı çınar ağaçları yükseliyordu.

Okulun arkasında büyük bir erik ağacı vardı. Ağaç meyvesini verir vermez, öğretmenlerimiz ne kadar aksi yönde uyarı yapsa da, meyvelerini büyütmeleri mümkün olmazdı. Çünkü biz o erikleri daha tam olgunlaşmasına fırsat vermeden, gizli-açık, gece gündüz koparır yerdik. Hatta o zamanlar, okulun arkasında bulunan, vaktiyle benim doğduğum yer olan muhtarlık dairesinde rahmetli Sadık Erden hocamız oturuyor olmalı ki, ansızın gece çıkıp gelince, o sırada ‘’eriğe dalan’’ arkadaşlarımızdan rahmetli hocamıza yakalanmalarına ramak kalanlarımız bile olmuştu.

  Bayramlarda okulu çevreleyen avlu, yemyeşil kocayemiş dallarıyla süslenirdi. Avluyu oluşturan tahtaların araları kocayemişlerle boydan boya örülürdü. Kocayemişler, galiba bir gün önce büyük sınıflardan öğrenciler tarafından bir yerlerden kesilip eşeklere yüklenerek getirilirdi. Her bayramda bu kocayemiş dallarının getirilmesi çok önemli bir iş olarak görünürdü bana. İçten içe ben de kocayemişe gitsem, beni de götürseler diye düşünürdüm. Kocayemiş için gidilen yer, hiç gitmediğimden dolayı, benim için meçhul ve Kaf Dağının ardı gibi masalsı bir yerdi. Kocayemişler her bayramda, benim hiçbir zaman aralarında olamadığım birileri tarafından hafızamda kaldığı kadarıyla, Yeroluk Köyü taraflarında bir yerlerden getiriyordu. (Yeroluk, Kuşaklıçalı Tepesine sırtını yaslamış, karın en son kalktığı vadilerin altında, bizim köyümüzden daima görünen ve turşu için kelem (beyaz lahana) getirilen bir köy olarak yaşıyor hafızamda. O zamanlar, büyükler eşeklerle Yeroluk’a gider, çuvallarla kelem getirirlerdi)

  Okulun pencereleri ve sınıfların kapıları ve sınıflar da küçük bayraklar ve kâğıttan şeritlerle süslenirdi.

Bayram töreni geç bir saatte başlıyor olsa da, en erken programda şiiri olan öğrenciler olmak üzere herkes bahçede toplanmaya başlardı. Bütün öğrenciler ceplerinde en temiz mendilleri, kızlar saçlarında kurdeleler, örülmüş saçları, bembeyaz dantelli yakalıydılar. Okullarda mendil, haftada birkaç kez olup olmadığını belirlemek için kontrolü yapılacak kadar önemli bir şeydi. Mendillerimiz bezdendi;

tüketim azgınlığının sloganı olan ‘’ Kullan at !... ’’ ürünü kâğıt mendil ya icat edilmemişti ya da henüz bizim köye kadar ulaşamamıştı. Erkekler tıraşlarını olmuş, siyah önlükler, pantolonlar yıkanmış, sökükler dikilmiş olarak bayrama gelirlerdi.

Bayramdır ama ayaklarda bayramlık ayakkabılar olmazdı. Lastik ayakkabılar en revaçta olan ayakkabılardı. Yıkanmış olarak gelinirdi bayrama. Durumu biraz daha iyice olanlar da delikli beyaz ya da mavi yandan tokalı naylon ayakkabıyla gelirlerdi.

Görevli öğrenciler şiirlerini tekrarlamaya çalışır ve ezberlerini pişirmeye gayret ederlerdi. Törenin başladığı ana kadar programda görevli olanlarda büyük bir heyecan, diğer öğrencilerdeyse daha sakin bir hal olurdu. Vakit geldiğinde bir öğrenci elindeki zille merdivene çıkar, hızlı hızlı sallayarak zili çalardı. Okulun ön ve arka bahçesinde, sağda-solda ve ücra köşelerde bulunan bütün öğrenciler bu sesi duyduğunda, her sınıf bahçedeki yerini alır, öğrenciler böylece törene hazır hale gelirdi.

Daha önceden tespit edilmiş olan öğrenciler, bayram için hazırladıkları şiirlerini, sahne gibi kullanılan, bu iş için de gayet uygun olan, okulun yüksek merdivenine çıkarak okurlardı.

 Milli bayramlarda köy halkından daha ziyade erkekler de okul bahçesine gelir, bayram törenlerini izlerlerdi.

Öğrenciler en temiz şekilde okula gelirlerdi. Kıyafetimiz siyah önlük, beyaz yaka ve herhangi bir pantolondan oluşuyordu. Mavi önlük çok sonraları uygulamaya kondu.

  Şiirini okumak üzere merdiveni hızlı adımlarla çıkan öğrenci, önce bir baş selamı ile herkesi selamlar, sonra bin bir endişe ve heyecan içinde şiirini okumaya başlardı. Şiirini okurken şaşırma ya da mısraları unutma ihtimali en büyük kâbusumuzdu. Şiirler genellikle vatan, millet ve Atatürk şiirlerinden oluşuyordu. Fakat Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Destanı, Abdürrahim Karakoç'un Hak Yol İslam Yazacağız ve Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı da milli bayramlarda okuduğumuz şiirlerdendi.

  Birçok bayramda Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in Sakarya Türküsü ‘nü okuturdu rahmetli babam. ‘’Sakarya saf çocuğu masum Anadolu'nun/ Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun’’ mısralarından başlayıp sonuna kadar okuduğum bu şiirin çok daha uzun olduğunu, lise yıllarına geldiğimde, MTTB’de (Milli Türk Talebe Birliği) Üstadın Çile’sini elime aldığımda öğrendim.

  Yine bayramların birinde, sahne şeklindeki o yüksek merdivene Arif Nihat Asya'nın Fetih Marşı'nı okumak üzere çıktım. ‘’Yelkenler biçilecek yelkenler dikilecek / Dağlardan çektiriler kalyonlar çekilecek / Kerpetenlerle sûrun dişleri sökülecek! / Yürü; hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın? / Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın! ‘’ diye başladıktan sonra, şiirin yarısına doğru konsantre bir vaziyette ilerlerken, sınıf arkadaşlarımdan biri, merdiveni hızla çıkarak yanıma geldi ve dolu bir mantar tabancasını siyah önlüğümün cebine koyunca dikkatim dağıldı. Zaten şaşırma endişesi ve unutma korkusu pusuda sinsice beklerken, kafamın ve ezberimin allak-bullak olması için başkaca hiç bir şeye gerek kalmadı. Ben mısralarımı unuttum, karıştırdım, hepsi bir yana dağıldı gitti. Yüzüm kıpkırmızı, ateş gibi yanıyor. Birkaç kem-küm ettim belki hatırlarım diye. Toparlamak için çırpınıyorum, bekliyorum, ama yok, olmuyor. O sırada ellerini arkasına bağlamış bir vaziyette, bahçede sıralanmış olan öğrencilerin yanından bir öne bir arkaya doğru, küçük yürüyüşler yapan babam, bana göre kızgın, belki de normal bir eda ile sağ omuzunun üstünden, yarım yukarı bana bakarak ‘’İn aşağı!...’’ dediğinde sıkıntımın sahnedeki kısmı sona ermişti. Peki ya sonrası ? Sonrası, sonra hiçbir şey olmadı. Ama şiiri okuyamadan merdivenlerden aşağı inmek oldukça ezici ve yıkıcı bir durumdu benim için.

  Mantar tabancası neydi? Bayramda ne işe yarardı?

  Bayramlarda öğrenciler şiirlerini okuduktan sonra, varsa cebinde dolu vaziyette olan mantar tabancasını yukarıda, merdivendeyken çıkarır ve havaya sıkar. Çok samimi olduğu arkadaşları da oldukları yerde arkadaşları için tabancalarını patlatarak ona eşlik ederlerdi.. Şiir bittiğinde bir çeşit takdir ifadesi olan tabancaların patlama sesleri ile alkışlar birbirine karışırdı.

  İşte, arkadaşımın bana iyilik olsun diye cebime koyduğu mantar tabancasının amacı buydu. Benim mantar tabancam yoktu. Babam bu tür yanıcı ve patlayıcı tehlikeli oyuncaklar almamızı uygun görmezdi, biz de almazdık. Şimdi hatırlamadığım o arkadaşım, işte benim bu açığımı kapatmak için bir iyilik niyetiyle o tabancayı cebime koymuştu, ama olmadı. Patlatamadım, çünkü şiirimi okuyamadım. O tetiği çekip tabancayı patlatmayı hak edecek bir başarım olamadı maalesef.

  İlkokullarda bayramlar diğer günlerden çok farklı olarak, daha eğlenceli, heyecanlı ve neşeli olarak yaşanır. Bugünü düşününce, elbette bu konuda sonsuz denecek kadar geniş seçenekler mevcut. Gerek teknik imkânlar bakımından, gerekse diğer bakımlardan olsun birçok yeni şeylerle bayramı bayram yapmanın imkânı var bugün. Ancak yarım asır öncesinde, şehir merkezine elli kilometre mesafede bir köy okulu söz konusu olunca, hareket alanı daha da çok daralıyor tabi olarak.

  Bahçeyi süslemek için kocayemiş dallarını, sınıf kapı ve pencerelerine ise kendi yaptığımız kâğıttan şeritleri ve bayrakları kullandık. Çuval koşusu, yumurta taşıma, mendil kapmaca gibi oyunlarla eğlendik. Elbette okullarda bayram kutlama programlarının vazgeçilmezi, günün anlam ve önemine dair konuşmalar ve aralarda okunan şiirlerdir. O zamanlar şiire müzikle eşlik etme, ses sistemi vesaire olmadığından, şiiri okuma konusunda bir farklılık, bir atraksiyon olmak üzere icat edilmiş bir uygulama vardı köyümüzde.

  Özellikle biz küçük sınıfların ilgisini çeken bu şiir okuma usulü şöyleydi:

  Orhan Şaik Gökyay’ın Bu Vatan Kimin şiiri kullanılırdı genellikle. Kürsüye (merdivene) çıkan bir öğrenci şiirin ilk kıtasını okuyarak şiire başlar; ikinci kıtasını, bahçedeki büyük çınar ağacına daha önceden çıkmış bir başka öğrenci avazı çıktığı kadar yüksek sesle okurdu. Yemyeşil çınar ağacının sık yaprakları arasında şiiri kimin okuduğunu, sıralarımızı bozmadan görmeye çalışır, tören alanındaki bütün başlar aynı anda o tarafa dönerdi. İkinci kıta bir ağaçtan yankılanınca, üçüncü kıtada ‘’Ardına bakmadan yollara düşen’’ ’in nereden sesleneceğini merak eder, bahçedeki diğer ağaçları gözlerimizle radar gibi tarardık. Sonra bir diğeri ‘’İleri atılıp sellercesine…’’ bir başka yüksek noktadan ses verir, bütün başlar bu kez aynı anda sesin geldiği tarafa dönerdi. ‘’Tarihin dilinden düşmeyen bu destan’’ın âvâzesini sıradaki öğrencilerden biri, ‘’Bu âleme Davut gibi salar’’; Bu vatanın, hasmını rüyada değil, topun namlusundan görenlere ait olduğu hakikatini, bu gök-kubbede hoş bir sadâ olarak kalmak üzere haykırırdı.

Bizler ve izleyenler için hayli ilginç olan bu şekilde şiir okuma her bayramda tekrarlanırdı. Bütün öğrenciler ve seyre gelen vatandaşlar her şiirin sonunda okuyanı alkışlardı. Ertesi birkaç gün sonra bahçeyi çevreleyen kocayemiş dalları yaprakları sararmaya ve dökülmeye başlarken avlulardan toplanırdı.