Hayretler içinde izliyorum. Türkiye’de yabancı ülkelerin ajan bulundurmasına ihtiyaç yok dendiğinde bunu abartı olarak görürdüm. Bugünlerde NATO odaklı yaşadığımız tartışmalardan anladım ki bu iddia abartıdan da öte gerçeğin üzerinde.

Bir süredir farklı bilgilere şahit oluyorum. Yabancı ülkelerin ajanlarını ararken sakın adı Hans, Michael, Josehp, İsabella aramayın. Bulamazsınız. Çünkü bizde adları Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma, İsmail’dir. Hatta vatan-bayrak edebiyatını en önde yapanların içinde arayın.

Yıllar önce bir dost sohbetinde Türkiye’nin NATO üyeliği konusunda enteresan bir değerlendirme dinlemiştim. Türkiye’nin en stratejik hamlelerinden birinin NATO üyesi olması şeklinde özetlenecek bir değerlendirmeydi. Her ne kadar ülkenin bugüne kadar yaşadığı neredeyse bütün darbelerde NATO yapılandırması işin içinde olsa da devlet olarak düşmanı karşına almaktansa yanında bulunarak tedbirli olmak daha büyük avantaj sağladığı görülüyor. Kaldı ki Türkiye varlığı ile NATO’nun en güçlü ayağını oluşturuyor.

Hatırlatmakta yarar var. NATO’nun kuruluşu 1949’a dayanır. Kurucu ülkeler; Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, Birleşik Krallık, ABD’dir.

Kuruluşundan sonra ilk katılan ülkeler 1952’de Türkiye, Yunanistan’dır. 1955’te Almanya, 1982’de İspanya, 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya’dır. 2004’te ise Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya’dır. 2009’da Arnavutluk, Hırvatistan’dır. 2017’de Karadağ ve en son 2020’de ise Makedonya’dır.

NATO’ya üye ülke sayısı şu an 30’dur. Yarısı 1999’dan sonra katılmıştır. Bu katılımlar olurken Türkiye’de toplum gündemine gelmemiştir.

Geldiğimiz nokta da İsveç ve Finlandiya’nın üyelikleri üzerinden Türkiye’nin çıkarttığı tartışmanın neden iç politik bir kavgaya dönüştüğünü gerçekten anlayamadım. Türkiye pekâlâ sessiz sedasız İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini kabul eder bugün bu tartışmalar yaşanmazdı. İsveç’teki PKK’dan tartışmaya taraf olanların kaçı haberdardı. Bugün tartışanların hiç birinin Olof Palme suikastından bile haberdar olmadıkları getirilen eleştirilerde adı geçmediğinden bellidir. Bu suikastın arkasındaki PKK iddiasından da haberdar değillerdir.

Bugün kraldan çok kralcılığa soyunanların anlayamadığı nokta şudur; Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği için öne sürdüğü şartlar çok farklı pazarlığın göstergesidir. Türkiye bu şartları öne sürmeyip üyelikleri kabul etseydi ne kaybederdi? Hiçbir kaybı olmazdır. Kazancı da olmazdı. Fakat eline geçirdiği fırsatı değerlendirerek çok şey kazandığı ortadır. Hiçbir şey kazanmazsa bile Altı aydır NATO ve Avrupa’nın önemli gündemini Türkiye’nin belirlemesi bile tek başına bir başarıdır.

Görünürde gündeme getirdiği şartlar üzerinden yapılan eleştiriler Türkiye’nin hamlesinin ne manaya geldiğinden haberdar olmayanların boş eleştirileridir. Çünkü şartsız üyelikleri kabul etseydik gündeme getirilen hiçbir eleştiri konusu kimsenin aklına gelmeyecekti.

Türkiye NATO üyeliğinden bu yana belki de en stratejik hamlelerini İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerini bahane ederek yapmaktadır. Bu hamle günlük siyasi duygularla hareket edenlerin anlayacağı bir hamle değildir.

Türkiye hem NATO’dan hem Rusya’dan hem de Avrupa ve ABD’den İsveç ve Finlandiya’nın üyelik şartlarını bahane ederek alacağını almıştır. ABD’nin uzun süredir Rusya tehlikesini bahane ederek Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Ege Adaları, Dedeağaç, Bulgaristan üzerinden Türkiye’yi abluka altına alma girişimi NATO nezdinde şah-mat oyununa dönmüştür.

Bu şartlar üzerinden gelişmelerin perde arkasını gelecek aylar ve yıllarda daha rahat anlayacağız. Fakat bugünlerde Türkiye’nin elde ettiği başarıyı itibarsızlaştırmaya kalkanların çokta masum olmadığını not etmekte fayda var. Yazının başında vurgulamayla birleştirirseniz ne demek istediğimi anlarsınız.

Kalın sağlıcakla…