Hayatımızın keyif aldığımız özel anlarından ne zaman vazgeçtik?

Eşimize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza seçmesi günlerce süren hediyeler vermekten…

Birbirimize kitaplar, filmler tavsiye etmekten…

Bir bardak çay, bir fincan kahve eşliğinde saatlerce süren dostça sohbetlerden…

Aile albümümüzü açıp çocukluk, gençlik fotoğraflarımıza gülmekten…

Güzelliğe,

Dış görünüşe,

Başarıya çok fazla önem veren bir toplumda…

Sürekli en iyiyi,

En güzeli,

En parlak işleri yapmak uğruna,

Kendimize vakit ayırmaktan ne zaman vazgeçtik?

Sonuçta sürekli çok meşgulüz değil mi?

Beklemeye tahammülümüz yok.

Tüm bu özel anlara ayıracak vaktimiz yok.

Sanal” bir dünyanın içinde “gerçek” duyguları yaşamaya ihtiyacımız yok.

İnternetten indiremiyorsak anılarımızın ne anlamı var değil mi?

Yaşamlarımızı tekrar oynatacak “oynat” tuşu nerede?

Öyle ya…

Artık iPhone’larımız, fiber optik internet bağlantılarımız var.

Daha hızlıyız…

Daha hızlıyız…

Daha hızlıyız…

Ama her şeyin daha hızlısı daha iyi demek değil.

Bizler bu hıza yetişmeye çalışırken,

İnsanlarla aynı hızla ilişki, daha derin bağlar, güçlü dostluklar kuramıyoruz.

Kendimizi,

Düşüncelerimizi,

Seçimlerimizi,

Yeniden şekillendirmeye gayret etmiyoruz.

Bırakın tüm bunları;

Ailemize bile vakit ayıramıyoruz.

Ben eski moda ilişkilerden yanayım.

Bu hıza(!) ayak uydurmak yerine,

Sabırla kurulan güvenden yanayım.

Düşünerek atılan adımlardan yanayım.

Birileriyle paylaşmanın mutluluğunu, huzurunu yaşamaktan yanayım…

Çünkü…

Bir yemeği paylaştığın birinden nefret edemezsin.

Bir ekmeği paylaştığın birinden nefret edemezsin.

Acısını, üzüntüsünü, dertlerini paylaştığın birinden nefret edemezsin.

Paylaşırsan, “sevgi” doğar.

Paylaşırsan, farklılıklarınızı değil benzerliklerinizi fark edersin…

Paylaşırsan, aynı fikirde olmasan bile o insanları takdir edersin, onları farklı görmeye başlarsın.

Paylaşırsan, “insanlığının” farkına varırsın…