Türk Dil Kurumu sözlüğü ‘’Anne babaların, çocuklarının mutlu günlerini görerek mutluluk duyması’’ olarak tanımlamış ‘’mürüvveti görme’’yi…
        Dedeleri niye katmamış ki?... Neyse…
        ‘’Aile büyüklerinin, küçüklerin hayatlarındaki mutlu günleri görerek mutluluk duymaları’’ olarak tanımlansaydı, daha "etrafını cami, ağyârını mâni bir tanımlama’’ olurdu aslında. Dedeler için torunların, amcalar, dayılar, teyzeler, halalar… için yeğenlerin mutlu günlerini görerek mutluluk duymak da mürüvvet görmeye dahil aslında. Değil mi? Fakat TDK’nın, çekirdek ailenin iki temel unsuru, iki temel yapı taşı olan anne ve baba üzerinden bir tanımlama yapması da bir kusur değil elbette.
        ‘’Gençler ümitleri ile, yaşlılar anıları ile yaşarlar.’’ diyor bir Fransız atasözü. Biz de artık, neredeyse geleceğe dair hiç cümle kuramıyor, sürekli geçmişe gidiyor, alıntı ve atıflarımızı hep geçmişe yapıyoruz.
        Mürüvvet diyordum ya…
        Eskiden bir sünnet, bir de evlilikti mürüvvet görmek. Anne-baba çocuğunun sünnetini, kızının-oğlunun düğününü gördüğünde mürüvvet tamamlanıyordu.
        Şimdi öyle değil artık. Mürüvvet vesileleri ve günleri çok fazla. Hem de her birinin olmazsa olmaz ritüelleri, ‘’sonra millet ne der’’ zorlamaları ile yapılan nice nice gereklilikleri var.
        Bebeğin doğması, ilk dişi çıktığında diş buğdayı, kırk uçurma için gezmeye çıkma, kız bebekler için altı ay kınası, ilk adım lokması, yaş günleri, sünnet, okula başlama, okumaya başlama, (Okuma Bayramı), ilk karnesi, mezuniyet günleri, (ilk, orta, lise, üniversite) üniversiteyi kazanma, KPSS'yi kazanma, askerlik, ilk İşe başlama, ilk tanışma, ilk teklif, söz kesme, nişan, düğün ve ilk torun…
        Bugün artık, bunların her biri birer mürüvvet. Bu yüzden önceleri ‘’Allah mürüvvetini göstersin…’’ duası, ‘’Allah nice nice mürüvvetlerini göstersin…’’ şekline dönüştü. Kimisi mevlidli, kimi lokmalı, irmik helvalı kimi lahmacun, pilav-ayranlı, yemekli… Yani her bir mürüvvetin tüketim ekonomisi ile doğrudan bir bağı-bağlantısı var. Bu saydığımız her bir mürüvvet için çevrenin, olayın öznesi olan kişilerin hazırlanması; bayanlar arasında yapılacak mevlid merasimleri için, hem Kuran’ı ve mevlidi, hiç kimsenin bir kusur bulamayacağı kadar güzel ve makamlı okuyacak hem de güzel vaaz edecek bir bayan hoca bulunması, ritüel için gerekli ikram hazırlıkları yapılması lazım…
        Şimdi 55 yıl öncesine bir sünnet cemiyetine gidelim…
        Evde sadece bir sünnet yatağı var. Belki birkaç balon… Süsler, odanın tavanında kağıttan rengarenk fenerler, kağıttan kelebekler, duvarda renkli kağıtlardan zincirler, kapının önünde sıralanmış sünnet konvoyu, konvoydaki her arabanın sağ ve sol aynalarına kırmızı şeritlerle bağlanmış bağlanmış havlular, en önde kameraman için açık kasa bir kamyonet, sokakta dondurmacılar, pamuk helvacılar, Osmanlı macunu satanlar, çekirdekçiler, palyaçolar yok tabii…
        Peki ne var?
        Biri büyük biri küçük olan sünnet çocuğu kardeşlerin üstünde yeni birer kareli gömlek, altlarında gri birer pantolon. Ayaklarında tokaları parım parım parlayan delikli naylon ayakkabılar. Herkesin kara lastikten ayakkabı giydiği zamanlar. Başlarına önce, birine kırmızı diğerine mavi, şeffaf, ince, omuzlara kadar dökülen ipek bir yazma, tülbent konmuş, omuzlara doğru salınmış, rüzgarda uçuşuyor; üzerine de Maşallah yazılı, güneş vurdukça simleri parlayan bir sünnet şapkası, omuzlardan bele doğru çaprazlama inen MAŞALLAH yazılı bir kemer.
        Bu bir sünnet ‘düğün’ü olmadığından -bir sünnet ‘’cemiyeti’’-, gürültüsü-patırtısı da yok. Saz, çalgı-çengi, davul-zurna vs. yok. Vaziyete bakılırsa, camide biraz Kur'an ve mevlid okunması, esnasında şerbet ikramı, lokum dağıtılmasıyla icra edilen bir cemiyet. Çocuklar henüz küçük olduğundan cami ile ilgili bir şey kalmamış hafızalarında.
        Biri sağ, biri sol, bir kapısı da üst kata çıkan merdivenin bulunduğu koridora açılan, üç çıkışlı genişçe salonda herkes. Oturuyor, sohbet ediyor, oyalanıyor. Sünnet saat kaçta olacaksa artık… Ortamda baba, anne, birkaç akraba, konu-komşu, çoluk çocuk…Günlük rutin konuşmalar… Bir ara anne, babaya ‘’Babam damın orda ağlıyordu.’’ dedi.
        Çocuk bunu duydu: Dede ağlıyor. Bir anlam veremedi. Herkes mutlu görünüyor, olumsuz bir durum yok… Herkes sakin, cemiyet sürüyor. Dedeler ne için ağlar, neye ağlar? Annesinin o cümlesi öylece kalır 5-6 yaşındaki çocuğun hafızasında.
        Aradan yıllar geçer. Çocuk büyür, büyür, büyür. Hafızada bir yerlere kazınan bu cümle zaman denen yangının külleri altında kaybolur gider.
        Çocuk dedesinin kendisini çok sevdiğini bilir. Dedesi böyle bir cümle kurmamıştır ama çocuk yine de bilirdi dedesinin kendisini çok sevdiğini.
        Nereden mi bilirdi?
        Çocuk dede ile aynı bahçe içinde, arası beş-altı metre olan iki ayrı evde yaşıyordu. Çok yakındılar yani. Dedesinin evi yüksekçe bir merdivenle girilen 3 katlı bir evdi. En alt katını dedesi ve kendileri dam olarak kullanıyorlardı. Dedesi orta katta, yaşlı ninesi ile yaşardı. En üst kat boştu, kullanılmıyordu.
        Evler yakın olduğundan, bazen çocuk giderdi dedesine ağabey ile birlikte, bazen de dede çağırırdı onları. Çocuk dedesinin yanına gittiğinde onu dizlerine oturtur, severdi. Çoğu zaman da ‘’Dur bakalım dede…’’ diyerek kendisini sekiye bırakır, kalkar, duvardaki gömme dolabın kapağını açarak içinden, çıkardığı yuvarlak teneke bal kutusuyla gelirdi çocuğun yanına. Dede damar damar olmuş yaşlı elleri ile kimi titreyerek kimi de zar-zor, yapışmış olan bal kutusunun kapağını açardı. Korucu Nahiyesi yazılı, sarı-turuncu ağırlıklı rengarenk tahta kaşıkla petekli baldan bir kaşık alır çocuğa yedirirdi. Bir yandan da ‘’Ye dede ye…’’ diyerek bir kaşık daha alır torununa verirdi.
        İşte buradan bilirdi çocuk dedesinin kendisini sevdiğini. İşte bu dedeydi torununun sünnetinde bir kuytuya çekilip gizli gizli ağlayan dede...
        Yıllar geçti. Dede hastalandı, şehirde tedavi de gördü… Ama nafile. Küllü nefsin zaika’t-ül mevt… Dede öldü… Allah rahmetiyle muamele eylesin… Âmin.
        Bu çocuk, yaklaşık elli yıl sonra, 2015 yılında, ilk torunu sünnet için hazırlanıp kucağına verildiği zaman anladı yarım asır önce dedesinin niçin ağladığını… Kendisinin de ağlayan torununa bakarken gözleri coşmuş, boğazı düğümlenmiş, gözyaşları kirpiklerinin ucunda çırpınıp duruyordu. Böylece, 50 yıl önce bir dedenin gözlerinde  tutunamayan bir kaç damla  gözyaşının yolculuğu, yarım asır sonra, bir dedenin kucağındaki torunun gömleğinde son buldu.
        Çocuğun o zaman aklı erse ve dedesine ne için ağladığını sorsaydı, herhalde dedesinin vereceği tek cevap şu olurdu:
        Vika şen dros, mohval çem dros…

------------------------------

(*)Ben senin çağlarını yaşadım, sen de benim yaşıma gelirsin(gelince anlarsın).