Farklı fikirlerden kız erkek karışık öğrenciler toplar, onlarla konuşur, sorularına cevaplar veriri, tartışırdı. Giyimleri, kuşamları, takıp takıştırdıkları, fikirler onun için hiç önemli değildi. Yeter ki, karşısındakine saygı ile yaklaşsın, bu yeterdi.

4 Haziran 2013'de Hakk'a yürüyen Mustafa Sarı Hoca’nın ardından şöyle bir yazı yazmıştım.

Mustafa Sari Kimdir

İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun” sonunda hepimiz “oraya” döneceğiz. Bu kesin. Ama sevdiklerinin birden, aniden, beklenmedik bir zamanda “oraya” dönüvermesi çok etkiliyor insanı.

Mustafa Hoca ile çok uzun yıllardır tanışırız. Aynı kulvarda koşan iki sporcu idik. Yıllarca süren tanışıklığımız, dostluğumuzun ötesinde birbirimize bilgi aktarımımız çok verimli oldu hep. Din konusunda danıştığım kişi oldu hep. Zaman zaman da gazetede hazırladığı köşesi üzerinde tartışırdık.

Bütün meselelere gülümseyerek yaklaşan farklı bir alimdi. Kendi bu sıfatı kabul etmese de, gerçekten alimdi, bilgeydi. Hiç durmadan toplar, keser, arşivler, çoğaltır, biriktirir arşivler ve üretirdi.

İkimizin de “İvrindili” olmamız ayrı ortak noktalarındandı. Ara sıra bir araya gelir, unutulan adetlerimizin, oyunlarımızın, masal ve manilerimizin, yemeklerimizin ortaya çıkması için yöntemler arar, kimlerin neler bildiğini, onlara nasıl ulaşabileceğimiz konuşur, hangi konularda uğraşacağımız konusunda vazife taksimi yapar ayrılırdık. Yusuf Akgül Hoca’nın da katılmasıyla yapmayı kararlaştırdığımız son meselemiz Hasan Basri Çantay'ın eserleri ve külliyatı üzerineydi. Önümüze beş yıllık bir hedef koymuştuk, yarım kaldı. Kısmet olursa biz bitireceğiz.

Mustafa Sari Vefat

Esprisi çok yüksekti. Bir karşılaştığımızda, lafın gelişi; “Ne var, ne yok ?” diye sormuştum. Hemen kurnaz bir gülümsemeyle; “Bende olanları biliyorum da, olmayanlar o kadar çok ki, sayamam.” Diye cevap vermişti. Cevabımı aldım ya. Bir daha ona bu soruyu sormadım.

Balıkesir ile ilgili çıkan kitapları toplardı. “Kütüphanemin bir köşesinde dursun.” derdi. Okurdu, aklına takılanları mutlaka not eder, sorar, doğru olup olmadığını araştırır ve öğrenmeğe çalışırdı.

Küçük oğlum evlenirken, dinî nikâhını kıymasını istemiştim. Hemen ; “Okur. Nikâh salonuna gelir, orada nikâhtan sonra duasını ederim.” dedi. Gerçekten geldi ve pek çok kişiyi şaşırtarak, nikâhtan sonra Türkçe olarak dua etti.

Bazen Yıldırım Camisindeki odasında buluşur sohbet ederdik. Her seferinde farklı bir konu olmasını, ister, herkesin ihtisas konusunu bildiği için o konuda sorular sormağa özen gösterirdi.

Bu sohbetlerden önce Yıldırım Cami’ne gider namaz kılardık. Her namazdan sonra camide yanımıza gelir, biraz işi olduğunu, hemen geleceğini, beklememizi isterdi. Camideki imam odasına girer, çamaşır değiştirirdi. “İmamet o kadar ağırdır ki, ağırlığı altında her seferinde sırsıklam terlerim ve mutlaka çamaşır değiştiririm. Bu yükü taşımak çok zor.” derdi. Yani her namaz kılışta ve kıldırışta, farklı iklimlerde dolaşırdı. Bu duygu herkese nasip olmayacak bir duygu olmalı.

Konuşmalarında konu gereği bir misal verecekse, çok eskilerden değil, İlâhiyat Fakültesinde okuduğu yıllardaki hocalarından örnekler verir, onları anlatırdı. Bizim anlattıklarımızda mühim bir şeyler varsa hemen not alırdı.

Çocuklarının yetişmesine ayrı bir özen gösterir, evinde düzenlediği toplantılara çağırdığı yazar arkadaşlarının yaptığı sohbetlere, çocuklarının da katılmasını sağlar, bu şekilde, yapılan konuşmalardan onların da bir şeyler öğrenmesini, yazarlarla tanışmasını, konuşma, tartışma adabını öğretirdi. Çocukları da çok küçük yaşlarından itibaren bu toplantılarda çok şeyler öğrendiler sanıyorum. Bugün Balıkesir’de bunu çocuklarını eğitmek için acaba kaç baba yapıyor.

Çok okurdu. Her karşılaştığımızda okumakta olduğumuz veya yeni okuduğumuz kitapları sorar, edindiğimiz fikirleri öğrenmek isterdi.

Caminin bahçesine çeşitli fakültelerden, Birkaç kere bu tartışmalara ben de katılmış, öğrencilerin çeşitli sorularına cevap vermiştim..

Bir keresinde Cuma namazında Balıkesir Üniversitesi’nden gelen yabancı uyruklu öğrencilerin olduğunu öğrendiğinde; Cuma hutbesini okurken, kısa da olsa Özbekçe, Türkmence, Azerice de seslenmişti.

Öğrenciler şaşırmış; “Bunu hiç beklemiyorduk.” Demişlerdi. Mustafa Sarı Hoca gerçekten eskilerin “nevi şahsına münhasır” yani “kendinden başka kimseye benzemeyen” birisi idi.

Dinin çıkar kapısı yapılmasına karşı olduğu için mevlitlere gitmez, o tür ritüellerden hep uzak durur, bu da garip karşılanırdı. O öyleydi. Kimseye benzemezdi.

Hep yaptığı gibi, bu sefer de bizi şaşırtmayı başardı. Beklemediğimiz bir zamanda “Hakk’a yürüdü.” Allah rahmet eylesin.

Nur içinde yat, sevgili kardeşim. Yerinin doldurulamayacağı inancıyla, biliyorum ki, seni çok özleyeceğim.

Mustafa Sari Olum