Tanzimatla başlayan garplılaşma (batılılaşma) furyası ile Osmanlı Meclis-i Mebusan’ınında bulunan Yahudi, Ermeni ve özellikle Türk ve Müslüman görünümlü ve fakat ‘’dönmemiş, dönmelerin’’ ihanetleriyle koskoca bir cihan imparatorluğu kısa zamanda parçalandı.

Parçalanan ecdat yadigârı topraklarımız üzerinde 60 a yakın küçük ve etkisiz devletçiklerin kurulması sağlandı. Bilâhare Anadolu’yu işgal ettiler.

Amerikan himayesinde Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler, Yunanlılar velhasıl tek dişi kalmış canavarlar bin yıllık vatan toprağımızı aralarında aç sırtlanlar gibi paylaştılar.

İşgal yılları milletimiz için emsali görülmemiş acılar içersinde geçerken, pek çok kahramanların da keşfedilmesine vesile oldu. Sütçü İmamlar, Kara Fatmalar, Nene Hatunlar, Gördesli Makbuleler, Şerife Bacılar, Seyyit onbaşılar, Çakırcalı efeler, Yörük Aliler ve daha yüzlercesi, binlercesi.

Şüheda kanıyla sulanmış vatan toprağının emperyalistlere ve ikiyüzlü aşağılık Batı Devletlerine bırakılamayacağını bu isimsiz kahramanlarımız dünyaya ilân ettiler. ‘’Canı cananı bütün varımı alsında hüda, etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda’’ diyerek Misak-ı Milli hudutlarımızı yine bu isimsiz kahramanlarımız kanlarıyla çizdiler.

Fakat Nasıl olduysa Misak-ı Milli hudutları içersinde kalan pek çok vatan toprağı daha sonraları hainlik ve alçaklık sebebiyle elimizden çıkarıldı, adeta emperyalist işgalcilere altın tepsi içersinde ikram edildi. Musul ve Kerkük para karşılığı İngilizlere satıldı. Vatanı Padişahlar sattı diyen ihanet odakları tarafından(!) Musul, Kerkük ve civarı, Batı Trakya, Oniki adalar, neredeyse İzmir dahi elimizden gidecekti.

ll. Dünya savaşında İtalya’nın 1943 te teslim olmasından sonra İngiliz’lerin adaları alma girişimi başarısızlığa uğradı. 1945 de ise Alman birlikleri adalardan çekilirken bize, adalarınızı alın teklifinde bulundular. Fakat zamanın Milli Şef İsmet İnönü (!) Hükümeti yöneticilerinin; (ne bir karış toprak alırız ne de bir karış toprak veririz) demeleri üzerine burnumuzun dibindeki adalara sahip çıkılamadı. Ve Yunanlılar 1947 de (siz almazsanız biz alırız) dercesine ve Paris antlaşmasıyla adalara sahip oldular. (adeta Milli Şef (!) İnönü hükümetinin ihaneti.)

Bu konuda gazeteci-yazar ve mütefekkir rahmetli Mehmet Şevki Eygi bakınız ne diyor; Türkiye’nin bu günkü sınırları Misak-ı Milli hudutları değildir. İstiklâl savaşı esnasında ve sonunda topraklarımızın bir kısmı maalesef sınırlarımız dışında bırakılmıştır.

Batum ve Acaristan Misak-ı Milli hudutları dahilindeydi. İlk Büyük Millet Meclisinde Batum Milletvekilleri vardı. Buralar sonraları Bolşeviklerle anlaşılarak onlara hoyratça terk edildi.

Musul ve Kerkük bölgesi de Misak-i Milli içindeydi. Oraları da maalesef İngilizlere verilmiştir.

Halep ve çevresinde, Urfa’da, Antep’de, Maraş’da olduğu gibi Fransız işgalcilere karşı bir cihad ve kurtuluş hareketi başlatılmıştı. Ankara rejimi buraları da Fransızlara terk etmiştir.

Ege’deki Limni adasının da bizde olması gerekirdi. Daha sonraları ikinci cihan harbini müteakip Oniki ada da, ilgisizlik ve alçaklık yüzünden alınamamıştır.

İşgal yıllarında ‘’dönmeyen dönmeler’’ yanı sıra işgalcilere uşaklık yapan erkek ve kadın pek çok hain de olmuştur. İşgalcilerden gönüllü veya gönülsüz çocuk peydahlayanlar olduğu bile Milli mücadele sonrasında uzun yıllar konuşulmuştur.

Bu durumda; Ülkemizin muasır milletler seviyesinin üzerine çıkarılması çalışmalarını hazmedemeyen, İHA lara, SİHA lara, Köprülere, Havaalanlarına Yerli Tank ve kruvazörlere, Selçuk Bayraktar’a ve Selçuk Bayraktar’ın yaptığı uçaklara, silahlı kuvvetlerimiz envanterine giren yerli yapım silahlarımıza ve yerli otomobilimiz Togg’a tahammül edemeyenleri görünce insanın aklına ister istemez halâ ‘’dönememiş, dönmeler’’ geliveriyor(!)

Özellikle kalemini emperyalistlere kiraya vermiş yazar- çizer takımına şüphe ile bakmamak mümkün mü?

Türk adı taşıyan ve fakat Türk evlâdı gibi düşünemeyen gavur sevici, gavur aşık’ı bazı kurum, kuruluş ve dernek yöneticilerini görünce Ömer Seyfettin’in PİÇ isimli kitabını tekraren okumamak ve ‘’ACABA’’ dememek mümkün mü?

Yerli ve Milli her atılıma karşı çıkanları görünce; (bu asalakları böyle sakat ve ihanete varan düşünceye kan bağları mı çekiyor) diye düşünmemek mümkün mü?

Elbet mümkün değil ama milletimiz birer vatansever olarak böyle düşünmek zorunda bırakılıyor. Ve yıllar sonra da olsa Ömer Seyfettin’e hak veriyoruz. Yoksa bu kadar soysuzun bizden olması mümkün değil (!)

‘’Dönememiş dönmeler’’ Türkiye ve Türk milletinin yararına yapılan her yeniliğe, her atılıma ve genellikle İslâm’a ve Müslüman’a devamlı muarızlar, devamlı karşılar.

Adeta Emperyalist Devletlerin gazete ve medyası olmaktan büyük haz duyuyorlar. Yalanda iftirada ve Türkiye’yi karalamada bir Yunan’ı, Fransız’ı, İngiliz’i İtalyan’ı, Amerikan veya İsrail Yahudisi’ni çoktan solladılar. O kadar ki, Ömer Seyfettin’in PİÇ adlı kitabına tıpa tıp uygunluk gösteriyorlar(!)

Ömer Seyfettin asker bir yazarımız ve romancımızdır. Filistin cephesinde geçen hatırası özet olarak şöyledir; Savaş bitmiş mütareke imzalanmıştı. Fransızlarla Çekilme işlemlerini yapıyorduk. Bir Fransız subay mütemadiyen bana bakıyor ve gülümsüyordu.

Fransız subay yerinden kalktı ve yanıma geldi. Ve bana hitaben; Ömer Seyfettin beni tanımadın mı? İstanbul da askeri lisede beraber okuduk, ben falancayım deyince hayretler içinde baktım ve hatırladım. Hep dinimizi eleştirir, Kur’anı Kerimimizi eleştirir, Osmanlıyı devamlı kötüler, vatan ve bayrak sevgisi olmayan bir öğrenciydi.

Ama yine de Fransız subayı olması normal değildi. Peki, nasıl böyle oldun dedim. Dedi ki: Ne zaman bir savaş olsa Türkler galip gelse içimde hep üzüntü oluyordu. Türkler kaybetse, zarar görse içimde bir sevinç oluyordu. Çoğu zaman kendimi ayıplıyor, neden böyleyim diyordum. Nihayet bir gün anneme sordum.

Annem, Dayanamayacağım anlatayım dedi. İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız Doktor vardı. Hastaneye gidip gelirken onunla birlikte oldum ve sen o Fransız Doktorun oğlusun babanın bundan haberi olmadı, şimdi sen de öğrendin dedi.

Zaten Babam zannettiğim adam çoktan ölmüştü. Fransız babamın adresini buldum, Fransa’ya gittim eğitimimi orada tamamladım, şimdi bir Fransız subayı olarak karşındayım.

Demek oluyor ki, Fransız subayındaki Türk nefreti ve Fransız sevgisi kan bağından geliyormuş. Bizdeki gavur âşıklarının, gavur seviciliği, Türk ve Türkiye düşmanlığı acaba nereden geliyor(!) diye düşünmemek elde mi?

Evet, bir insanın adı Ali Veli, Hasan Hüseyin olsa da, Türk toplumu içersinde yetişip, Türk gibi büyüse de gerçek bir Türk olamıyor ancak ‘’Türk gibi’’olabiliyormuş.

Ülkemizde maalesef çok sayıda ‘’Türk gibi’’ yazar – çizer takımı var. Akademisyen ve adının başında Türk yazan kurum, kuruluş ve dernekler var. Ama halâ gerçek bir Türk’ün düşündüğü gibi düşünemiyorlar, gerçek bir Türk’ün yazdığı gibi yazamıyorlar. Şühedalar yurdu aziz vatanımızı hiç sevemiyorlar.

Bunlara; ‘’Kan çekiyor, Kan bağları mı var, kanlarının iktizası neyse onu yapıyorlar’’ dememek mümkün mü?